“Bir dokun bin ah dinle”
Bir tarafımız Gezi Olayları, Ergenekon, Balyoz, Barış Süreci…
Bir tarafımız Suriye, Mısır, Filistin, Tunus vs…
Eylül sendromu da cabası: Rivayete göre Eylül’de üniversitelerin açılmasıyla birlikte gizli eller devreye girip Türkiye’yi karıştırmaya çalışacaklar…
Bütün bunlar yüreklerimize abanmış, bunaltıyor. Dolayısıyla hemen herkes, Şair Âli Efendi gibi, “Bir dokun bir ah dinle kâse-i fağfurdan” (kâse-i fağfur, zarif porselen kâse) modunda yaşıyor.
Kısacası sorunlu bir dönemden geçiyoruz. Halimizden şikâyet etmeyi de doğrusu biraz fazlaca seviyoruz. Dolayısıyla şükretmeyi unutuyoruz.
Oysa insanı ayakta tutan iki şeyden biri zikir, diğeri şükürdür.
O kadar az zikrediyor, o kadar seyrek şükrediyoruz ki, neredeyse bunları ifade eden kelimeleri bile unuttuk. Halbuki hem inanç manzumemiz, hem de geleneklerimiz zikri ve şükrü hayatın merkezi saymış ve tüm hayata yaymışlar...
Şimdiye kadar çok söyledim, çok yazdım, ama çok etkilendiğim için bir kez daha yazıyorum ki, ben, aynaya bakarken bile zikredip şükreden bir annenin çocuğuyum.
Rahmetli anacığım aynaya bakarken bile şükrederdi. Bir gün dayanamayıp neye şükrettiğini sormuştum: “İnsan olarak yaratıldığıma” diye cevap vermişti.
İşte o gün anladım, insan olarak yaratıldığımıza şükretmemiz icap ettiğini...
Daha sonra ise musibet ve felâket karşısında bile şükretmek gerektiğini öğrendim. Bediüzzaman bu şahane şükre “sabır içinde şükür” diyor.
Hele şimdi sabır içinde şükretmenin tam sırasıdır. Çünkü sabırtaşını çatlatacak kadar elîm musibetlerle karşı karşıyayız.
Çeşitli ve çetrefilli problemlerimiz var... Bunlardan bir kısmı kişisel, bir kısmı ailevî, bir kısmı toplumsal, bir kısmı dış kaynaklı… Ancak şükretmek için bütün problemlerimizin çözülmesini beklersek, şükürsüzlüğe tıkanır, Allah’a dayanarak problemlerin üstesinden gelme şansımızı da kaybederiz.
Yani dünyamızı daha yaşanamaz hale getiririz. Oysa en büyük felâket felâkete dayanamamaktır.
Şükür, tıpkı dua gibi, yalnızca Allah’a yakın olmanın şartı değil, yaşamanın da anahtarıdır. Şükürsüzlük ise, Bediüzzaman’ın şahane tespitiyle, bir nevi tekzip, Allah’ın verdiği nimetleri inkârdır.
“Şükür içinde safî bir iman var” diyor, Bediüzzaman, “halis bir tevhid bulunur. Çünkü, bir elmayı yiyen ve ‘Elhamdülillah’ diyen adam, o şükürle ilân eder ki: ‘O elma doğrudan doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir’ demesiyle ve itikat etmesiyle—demek şükürde bu mânâ da var—herşeyi, cüz’i olsun, külli olsun, Onun dest-i kudretine teslim ediyor... Hakiki bir imanı ve halis bir tevhidi, şükürle beyan ediyor.”
Yani şükrün içinde kulluk şuuru var. Şükür bir yönüyle Allah’ın kudretini idrak tefekkürü, bir yönüyle kulluk ve teslimiyet, bütünüyle de tasdiktir.
Çok boyutlu bir ibadet... Üstad şükrün mânâ ve mahiyetini anlatan Yirmisekizinci Mektubun sonunda şöyle diyor:
“Elhasıl, en âlâ ve en yüksek tarik olan (yol olan), tarik-i ubudiyet (ibadet yolu) ve mahbubiyetin dört esasından en büyük esası şükürdür ki, o dört esas şöyle tabir edilmiş: ‘Der tarik-i acz-mendî lâzım âmed çâr-çiz:/ Acz-ı mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak, ey aziz.’ ”
Görüldüğü gibi inanç manzumemizde “mutlak şükür” kavramı var. Yani her iş yolunda gidecek de ondan sonra şükredilecek değil. İşler yolunda gitsin gitmesin şükredilecek.
Bu bir hayat felsefesi, yaşam tarzı, hayatı anlama, kavrama ve yorumlama biçimidir, ki, insanı psikolojik açıdan rahatlatır, alabildiğine olumlu ve iyimser yapar.
İyimser insan, yine Bediüzzaman’ın dediği gibi “Hayatından lezzet alır.”
Tam tespit şu: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.