Demokratik üniversite
"Demokratik üniversite" sözü, demokrasi kavramının saygınlığı arkasına saklanarak, bilimin üretildiği yerde ilkelliği savunmaktan başka bir anlam taşımıyor. Bilimsel hakikatler oylamaya konu olamayacağına göre, bilimsel faaliyette demokrasi istemek saçmalıktan başka bir şey değil.
Değer üretemeyenler, başkalarının ürettiği değerleri dogmalara dönüştürüp papağan gibi tekrarlarlar. Halbukî insanî her değerin bir anlamı ve sebebi vardır. çoğu akıl eseridir ve arkalarında, deneme-yanılma yöntemi ile edinilen pahalı tecrübelerin de yer aldığı zengin bir birikim bulunur. Bu birikim, kolay anlaşılır ve nakledilir prensiplere veya kurallara dönüşür. Bu kurallardan bir sistem çıkar. Bu sistem, başınız sıkıştığında alıp uygulayacağınız bir referanslar dizisidir.
Türkiye'nin üniversite düzeni, dayandığı kurallar itibarıyla sorun üreten bir sistem. Bunun arkasında, sistemin çözmeye niyetlendiği temel problem duruyor. 2547 sayılı kanunu ve bu kanuna yapılan değişiklikleri kabaca okuyanlar, Türk üniversite sisteminin, "Kim yönetecek?" sorusuna cevap vermek üzerine tasarlandığını görecektir. Bu sorunun kendisi en üst düzeyde bilim üreten, toplumun ve ekonominin ihtiyaçlarına uygun işgücü yetiştiren bir üniversite düzeni hedefini ortadan kaldırıyor. Mevcut haliyle üniversite düzenimizi YöK'ün krallık, üniversitelerin de ayânlık düzeni içinde birbirini tamamladığı, cumhurbaşkanlığını da tek kişilik bir Parlamento gibi vesayet makamı olarak onay verdiği bir feodal düzen olarak tanımlamak mümkün.
"En çok oyu alan rektör adayının atanması" etrafında dönen tartışmalar özünde siyasî bile değil, kişisel tartışmalar. Rektör atamalarında seçim faktörünün devreye girmesi, güya merkezî gücü dengelemek içindi. Güç ne için dengelenecek? üniversite özerkliğini ve bilimsel özgürlüğü garanti altına almak için. Peki atama sistemi ne getirdi? Tek kelime ile "seçimle gelen tiran"lar.
Taha Akyol, dünkü yol gösterici yazısında üniversitede demokrasiye mesnet teşkil eden eşitlik prensibinin değil, "liyakat" prensibinin egemen olması gerektiğini hatırlatıyor. İşin püf noktası da burası. Bütün öğretim üyelerinin eşit seçmenler olarak oy kullandığı rektörlük seçimi, normal şartlar altında bir çoğunluk diktası yaratır. Halbuki bilimsel ilerleme, kural olarak çoğunluğun değil azınlığın, bazen tek kişinin eseridir. üniversite bu yüzden eşitlik prensibine göre çoğunluğun hakimiyetine dayanmak yerine, azınlıkta kalanı çelik bir koruma altına alacak, farklılığa, farklı seslere alabildiğine meşruiyet tanıyacak "liyakat" esası üzerinde yükselmelidir.
üniversitede köklü bir reformun önü açıldı. Zira reforma direnerek kendi iktidarlarını sürdürmeye çalışanlar tasfiye ediliyor. Atamalar etrafındaki siyasî tartışmalar bu durumun göstergesi.
üniversitede iktidarı kaybedenlerle kazananlar arasında bir fark var. Birinciler sadece üniversiteyi bir iktidar alanı olarak görüp mevzî savaşlarına giriyordu, yenilerin üniversiteyi varoluş amacına uygun olarak bilim üreten ve çağın ihtiyaçlarına cevap veren ileri kurumlara dönüştürme sorumluluğu var. Bunun yolu ise üniversiteyi "Nasıl bilim üretilir ve eğitimin kalitesi yükselir?" sorusuna cevap vermek üzere yeniden düzenlemekten geçiyor.
Elinizde tek araç var: Rekabet. "Kim yönetecek?" sorusuna da rekabet içinde cevap verelim. üniversitede düzeni liyakat esasına göre örgütlemek, rekabetle mümkün. Bırakalım üniversiteyi en çok adamı olanlar veya güce en yakın duranlar değil en iyiler yönetsin.