Ayşe Hür Hanımefendiyi Tebrik Ediyorum
Ayşe Hür hanımefendi, Radikal gazetesinin 6 Ekim 2013 tarihli nüshasında yayınlanan “Arap Elifbasından Türk Alfabesine” başlıklı makalesini şu paragrafla bitiriyor:
“Sonuç olarak, Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan Harf İnkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen `tarihçiler’ tarafından kurulmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise, `kozmopolit’, `karışık’, `Şarklı’, `geri’ olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine, `etnik açıdan saf’, `dünya görüşü açısından laik’, `Batılı’, `modern’ bir `Türk’ kimliğinin üzerinde yükselecek Türk ulus-devletini inşa etmekti. Peki bunda başarılı olundu mu? Takdiri sizlere bırakıyorum efendim!...”
Bu konudaki mütalaalarıma, yazarı tebrik ederek başlıyorum. Yazı-alfabe ve lisan meselesi Türkiyenin belki de birinci müzmin meselesi olduğu halde; büyük medyamız, yazarlarımız, entelektüellerimiz, akademisyenlerimiz bu konu üzerinde gereği kadar durmuyor, alfabe devrimini, tartışma dışı bir oldubitti olarak kabul ediyorlar.
Yakın tarihimizin büyük ârıza ve kazalarından biri alfabe değişikliğidir.
Ayşe Hür hanımefendi Arap alfabesinden Türk alfabesine diyor… Millî-islamî yazıdan Latin alfabesine denilse daha doğru olurdu. Zira yasaklanan yazımız, köken itibarıyla Arap yazısı olsa da, Türkçe konuşanlar o yazıyı bin yıl önce benimsemiş, geliştirmiş, güzelleştirmiş ve bizim yazımız yapmışızdır.
Japon yazısının kökeni Çin yazısıdır ama ona kimse Çin yazısı demiyor, Japon yazısı diyor.
Türkiyede biraz da olsa hürriyet rüzgarlarının esmeğe başladığı 1945’ten 1970’lere kadar lisan ve alfabe meselesi konusunda; millî kültür ve kimliğe bağlı düşünürler, yazarlar, gazeteciler, akademisyenler kitaplar, makaleler yazmış ve bu devrimi tenkit etmişti.
Bugün eskisine nispetle çok geniş bir hürriyet var ama lisan ve yazı konusunda feryat kopartması gereken muhafazakar, İslamcı ve milliyetçi kesimden pek ses çıkmıyor.
Yazı ve lisanı değiştirerek (Onların tabiriyle) yeni bir millet yaratmak istemişlerdi ama kültür ve maarifimizin bel kemiğini kırmaktan, yeni nesilleri, atalarının mezar taşlarını bile okuyamaz derecede cahilleştirmekten, düşünce hayatımızı (nâdir istisnalar dışında) mefluç etmekten başka bir şey yapmadılar.
Kolay öğrenilen, okunduğu gibi yazılan, yazıldığı gibi okunan bir alfabe getirdiklerini iddia edenler Türkçenin, dolayısıyla Türkiyenin canına okudular.
Alfabe değişikliğine bir de zengin edebî kültür Türkçesini katl etme devrimini eklediler ve bugün, sade ve basit Türkçemizin en güzel nesir örneklerinden birini oluşturan Ömer Seyfeddin’in hikayeleri bile Türkçeden Türkçeye sadeleştiriliyor.
Halid Ziyalar, Hüseyin Rahmiler artık tercüme edilerek anlaşılıyor. Hangi dilden hangi dile… Zengin Türkçeden fakir, arı, duru Türkçeye.
Fransada, Almanyada, İngilterede böyle bir şey olabilir mi? Olmaz, çünkü o medenî ülkelerde alfabe ve lisan devrimi yahut devirimi yapılmamıştır.
Halide Ebip Adıvar, Türkiyede Garp ve Amerikan tesirleri adlı kitabında (Hatırımda kaldığı gibi yazıyorum), Kemalist Türkiyede lisana ve tarihe yapılan müdahalenin Nazi Almanyasında ve Stalin Rusyasında yapılanlardan daha şiddetli ve tahripkar olduğunu yazar.
Bolşevik neo-kolonyalist rejim, Azerîlerin yazısını değiştirdi ama lisanını, bizdeki kadar değiştirmedi. Bizdeki Kültür Bakanlığı orada Medeniyet Nazırlığı’dır, Sosyal Güvenlik Bakanlığı İctimaî Teminat Nazırlığı… Demek ki, Marksist sistem, Azerbaycanın dilini dibinden kesecek bir Agop Martayan (A. Dilaçar) bulamamış!
İki binli yılların Türkiyelileri, Latin yazısı ve edebî kültür Türkçesi konusunu sorgulamalı, ciddî ve seviyeli bir şekilde tartışmalıdır. Müsademe-i efkardan barika-i hakikat doğar…
Japonlar kültür, yazı, lisan konusunda muhafazakardır. Onların yazısının, bizimkine nispetle bin misli zor olmasına rağmen; Japonya ilimlerde, teknikte, eğitimde, sanatlarda, sanayide, mimarlıkta, kalkınmada, iktisatta harikalar meydana getirdi, milletler ve ülkeler yarışında (nice imkansızlıklara, yokluklara, mahrumiyetlere rağmen) dünyanın üçüncü büyüğü oldu. Japonların üstünlüğünün ve başarısının sebeplerinden biri de yazılarının çok zor oluşudur. Bu yazıyı öğrenen bir Japon çocuğu, bir tür kültür komandosu eğitimi görmüş olur, bilenir, zihni ve aklı inkişaf eder.
Kendi kendime sık sık sorarım: Latin alfabesi İngiliz diline hiç uymaz. Yazıları, imlaları çok çetrefildir. Lastik yazarlar, kauçuk okurlar. Acaba onların üstünlüklerinin bir sebebi bu yazı ve imla zorluğu olmasın?
Yıllar önce, yazı ve lisan kazazedesi lise mezunu bir vatandaşımız çivi yazısına benzeyen bir yazıyla kaleme almış olduğu mektubunda acizane yerine acizhane yazmış, yaş ve mevkice benden küçük olmasına rağmen arz ettiğiniz gibi demişti.
* (İkinci yazı)
Çocuklar Namaza Başlıyor
Bunca iç karartıcı kötü haber ve yorumların yanında sevindirici bir haber: Tüm Din Hizmetleri Derneği (Tüm Din-Der) küçük çocukları namaza başlatma ve alıştırma hareketi başlatmış, Fatih camiine binlerce çocuk ana babalarının nezaretinde gelmiş ve topluca namaz kılmışlar.
Derneği bu güzel ve hayırlı faaliyetinden dolayı alkışlıyorum.
İslam dininde çocuklar yedi yaşında namaza başlatılır. Ağaç yaş iken eğilirmiş.
Bu namaza başlatma işi sadece çocuklar için olmamalıdır. Henüz namaz kılmayan üniversite gençleri… Orta yaşlı Müslümanlar… Herkes…
Bu işi sadece bir dernek yapmamalı, birkaç dernek vakıf kuruluş birleşerek bir namaz kılma seferberliği başlatmalıdır.
Namaz işine kesinlikle siyaset, ticaret, cemaatçilik, hizipçilik, fırkacılık ve dinde reformculuk karıştırılmamalıdır.
Namaz nasıl ihlasla sırf Allah rızası için kılınıyorsa, namaza başlatma hizmet ve faaliyetleri de rızaen lillah ve muhlisen lillah yapılmalıdır.
Bu namaz işini organize eden Tüm Din-Der mensubu kardeşlerimizin ihlasından eminim.
Namaz konusunda alarm zilleri çalmaktadır. Sünnî kesim içindeki namaz kılanlar azınlık durumuna düşmüştür.
Çocukları namaz kılan veliler okul idarelerine kanuna uygun dilekçelerle başvurarak mescidler açılmasını istemelidir.
Bir kimsenin namaza başlamasına vesile olmakta büyük hayırlar vardır.
Kalbinde zerre kadar iman olan bir insan, kendisi namaz kılmasa bile başkalarının kılmasına karşı çıkmaz, onları engellemeye çalışmaz.
Yahudi veya Hıristiyan vatandaşımız da Müslümanların namaz kılmasından memnun olur.
1940’lı yılların sonlarında Şişliye cami yapılırken, zengin bir Ermeni’nin, Müslüman çoğunluğun dinsiz olmasını değil, dindar olmasını isterim diye inşaata yardım etmiş olduğunu duymuştum.
İslam dininin imandan sonra ikinci temel şartı beş vakit namazdır.
Diyanetin ilk iki önemli vazifesi, tashih-i itikad ve ikame-i salat konusunda halkı uyarmak, aydınlatmak, bilgilendirmek ve bu hayırlara öncülük etmektir.
Camiler, bilhassa sabah namazlarında bugünkü gibi boş kaldığı müddetçe, kubbelerini altınla kaplatsak bile harap sayılır. Camiin en büyük ziyneti cemaattir.
Halkın namaza başlaması için mihraplarda namaz kıldırma memurları değil, alim ve icazetli gerçek din hizmetlilerinin bulunması gerekir.
Namaz bütün Müslümanların ortak değeridir. Bu konuyu hiçbir cemaat tekeline almamalıdır.
Dikkat edilecek husus, Müslümanların sahih=doğru bir inanca sahip olmasıdır.
İslamın temeli olan namaz dört mezhebten birine bağlı olarak doğru şekilde kılınır. Resulullah Efendimiz “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız siz de öyle kılın” buyurmuştur. Bu da bir bahr-i bi-payan olan fıkıh ilmine uymakla gerçekleşir.
Namazı reformculuğa, Fazlurrahmancılığa, dinde değişim, dinde yenilik sapıklıklarına, Afganiciliğe, Abduhçuluğa, Reşid Rızacılığa, diğer bid’at ve dalalet fırkalarına alet etmek büyük bir cinayet olur.
Namaz için yapılacak hizmetlerin ücreti mahluqattan değil, Haliq-i Müteal hazretlerinden beklenmeli ve istenmelidir.
Tashih-i itikad ve ikame-i salat konusunda ihlasla hareket edilirse inşaallah kısa zamanda büyük fütuhat olacağından ümitvarım.