Karşılık Beklemeden 13
Esas marifet ihlastır. İhlasla yapılan kulluk vazifeleridir. Gramı dağlara bedel, ah bilinse!
“Nedir ihlas?” diye sormaya gerek var mı? “Tevhid”den sonra öğrenilmesi gereken belki de ilk kavram, ya da ilk derstir “ihlas”. Bu kaybedilirse tevhitten bahsetmek de zordur aslında.
İhlas, Allah Teâlâ’ya iman ve kullukta kalbi arı duru edip saf hale getirmek, buna ters düşen her türlü şan, şöhret, makam, menfaat amacı gütmekten temizlemek, gösteriş ve reklamdan uzak olmaktır. Yapılan bütün iman, İbadet, muamele ve ahlakî işleri sırf Allah rızasını için yapmaktır. Zaten “tevhid” de sadece Allah’a iman ve kulluk değil midir? Tevhid ile ihlas birbirlerine ne kadar yakınsa, şirk ile riya da o kadar yakındır birbirlerine.
Bu yazı serisini tetikleyen kendini beğenme ve yersiz övünmeler, başkalarını küçük görme, alaya alarak aşağılama, kıskanma, dedikodu, eleştiriye tahammülsüzlük altında da aslında sebep olarak yine bu iki kavramı tam anlamama yatar. Zirvelerde dolaşan evliyanın bile bazen yere çakılmasına sebep olan bu sınavdan hiç kimse kolayca geçip kurtulduğunu iddia etmesin; çok kötü mahcup olabilir.
Biz de insanız, etten kandan yaratılmışız. Her ne kadar sık sık muhasebe yapsak da zaman zaman içimizi tamamen arı duru bulamıyor, irade dışı “umma” ve “bekleme” zehrinden kendimizi acıyla kıvranır görüyoruz. İnsanız işte, “iyilikler görülse, kıymet bilinip teşekkür edilse, başka bir şey değil canım, bir muhabbete vesile olsa” diyoruz. Evet, bunlar olsa iyi olur. “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen, Allah’a şükretmesini de bilmez” diyor Sevgili Peygamberimiz (sav). Biz hepimiz böyle olsak daha iyi olmaz mı? Dinimiz bu güzelliği, bu nezaketi, bu kibarlığı emretmez mi?
Bak hele bak, seni nerden vuruyorlar!
Dinimiz elbette güzel ahlakı ve fazileti emreder. Lütuf kârlığı, keremi, karşılıksız ihsanı veya karşılığından fazla iyiliği unutmamızı emreder Allah Teâlâ. Bunlar başka, ama beklenti başka, ummak başka, bunu konuşmak başka, başa kakmak başka, dünyada karşılık beklemek bam başka…
Allah’ım sana sığınırız, eksiğimizi gediğimizi sen kapa. Yaralı bereli amelimizi sen kabul eyle. Şöyle bir dirhem bile olsa bize de ihlaslı ameller nasip eyle. Diyorum ya, ben de etten kandan yapılmışım, bir nefis taşıyorum, asla kendimi temize çıkaramam, zaman zaman ister istemez içimden şöyle geçiyor:
“Neredesiniz mübarekler? Adam bir kere demez mi ki arkadaş burada bir hocaız vardı, bazen aramızda olurdu, nerde bu adam yahu? Münzevî bir hayat yaşadığı uzlet köşesinde öldü mü, kaldı mı? Kendi çapında okur, yazar, konuşur. Şunu bir arayıp soralım. Yazdığı kitaplardan üç beş tane alalım da gençlere hediye edip okutalım. Kimsenin kimseye muhtaçlığı yok şükür, ama bir vefa gösterelim.”
Biliyorum; bana böyle söylemek yakışmaz. Beklemek, ummak hiç yakışmaz. Benim canibimden bakarsak, kimseden bir beklentim olmamalı. Ama öbür Müslümanlar ve davamız canibinden bakarsak, o zaman söz ve iş başka olur. Şimdi o taraftan bakan bir hoca olarak söylüyorum, insan vefalı olmalı. Cemaatler de öyle. Hizmetlerin bir yerine “eskileri ziyaret” de konmalı. Alınmalı zaman zaman, sorular sorarak hatıraları dinlenmeli, not edilmeli. Belki biriktirip, derleyip düzenleyip kitap yapmalı. Bu da bir eğitim ve kültür hizmetidir. Geçen senelerde “Genç Ufuk” Derneğimiz bu işi güzel yapıyordu. Talebeleri alıp kendilerince bilgi ve tecrübesi olanlara götürüyor, sorulu cevaplı sohbetler yapılıyordu. Ne kadar da faydalı olduğunu hocaları anlatıyordu…
İşte bu! Biz insanız. “Marifet iltifata tabidir”. “İltifatsız meta zayidir” kaideleri ne kadar önemli ki hukuka bile girmiştir. İhlas zedelenmeden bunu başarmamız davamız adına muhakkak gereklidir. Zira insan iltifat görmezse iki tehlike ile karşı karşıyadır; ya kendini öne atar ve över, ya da ye’se ve ümitsizliğe düşer. İnsan gerçeği budur; herkesin iltifat ve övgüye az çok ihtiyacı vardır. Bunu kardeşlerimize ve tüm iyi işler yapanlara “iltifat” şeklinde ikram edelim ki insanlar zikrettiğimiz iki tehlikeye de düşmesinler, mutlu olsun, mes’ud yaşasınlar.
Kalbimizi yaratan Allah Teala orada olup biteni bilmez mi? Olur mu öyle şey, hiç “Yaratan” bilmez mi? Bir telefon geldi geçen. Karşıdan bir ses, “Hocam cemaat bize bir görev verdi, izin verirseniz sizi ziyarete geleceğiz.” Olaya sevindim ve onlara dedim ki: “Estağfirullah! Biz ziyaret edileceklerden değiliz, ama kapımız herkese açıktır, buyurunuz.” Sübhanellah!
Bizim bir eleştirimiz varsa o da “din kardeşliği” namınadır, hayır ve ıslah adınadır, insanları tanıştırma, yaklaştırma ve kaynaştırma adınadır. Bunda samimi ve ihlaslı olmaya çabalıyoruz. Asla kişilerden veya cemaatlerden özel bir beklentimiz yoktur. Zaten buna hakkımız da yoktur. Biz şayet bir şeyler yaptı isek, onlar da karşılığında bize yapsınlar diye değildir. Yine varsa bir iyiliğimiz, insanlara minnet edelim, bizim kıymetimizi bilip takdir etsinler, bizi sevip övsünler vs. için de değil, Allah rızası içindir. Kendimizi temize çıkarmayalım şimdi, yani en azından öyle olmalıdır. Zaten böyle ihlaslı değilse, işin içine riya, süm’a girmişse, fahr, kibir, ucb girmişse, daha baştan heba olmuştur o işler. Yani sonuçta her hal-ü kârda kimden hangi hakla ne beklenebilir ki?
Fakat bunu öğrenmek kolaydır da içselleştirmek, huy edinmek, davranış biçimi haline getirmek o kadar kolay değildir. Hani bir de “istemem, yan cebime koy” gerçeği vardır. Aman ne çirkin! İşte insan böyle zıt duygu, düşünce huy, karakter ve davranışları içinde barındıran çok karmaşık bir varlıktır. Bu yüzden terbiyesi çok zor, ama bir de oldu mu çok mükemmel ve mükerrem bir varlıktır.
Ben de burada ne yazıp çiziyorsam onları samimiyet ve ihlas testinden geçirmeye çalışıyorum. Bu konuda kendime verdiğim not, en azından sınıfı geçecek kadardır. Bunu samimi ve içtenlikle söylüyorum, kimse kalbimi yarıp bakamadığına göre, buna inanmak veya en azından susmak zorunda değil midir?
Öyleyse devam edeceğiz demektir inşallah.