Birbirimizi Bilmemek İnsaf Değil 17
Bir grup İslamcı öğretmenle oturuyoruz. Sohbet dönüp dolaşıp yine Hoca Efendi’yi tenkide geliyor. Uzun uzun bu minvalde konuşuyorlar.
- Usul ve üslup farklılıklarını geçin. Bu herkesin hakkıdır. Yeter ki genel ilkelere ters düşmesin, dedim.
- Ama öyle olanlar da var, dediler.
- Bakınız anlamak için çok ciddi soruyorum. Nedir onlar? Bana gerekçelerinizi tek tek anlatır mısınız? Birisi dedi ki:
- Hocam o İslam devleti demiyor, sistemi sorgulamıyor, Seyyid Kutub’u okumuyor, okutmuyor. Yani adamlarda sistem şuuru yok. İslam Devleti diye bir davaları yok. Varsa yoksa iman hakikatleri, bitki böcek…
- Bakın arkadaşlar, siz çok iyi insanlarsınız. Davanız da haktır. Ama bir kusurunuz var. Ancak bu sadece sizin değil, maalesef umum Müslümanların kusurudur. O da birbirimizi tanımamak, anlamamaktır. Bir ehl-i hikmet demiş ki:
“Ehl-i dildir diyemem sînesi saf olmayana, Ehl-i dîl birbirin bilmemek insaf değil.”
Şimdi siz bir şey söylediniz. Ama bildiğiniz yanlış. İşte size bizzat bildiğim iki olayı şahit getireyim, kararı siz verin.
Birincisi, biz bir grup arkadaşla dinimizin Arapça yazılmış akaid, fıkıh, tefsir, hadis ve tasavvuftan klasik eserleri okuyoruz. Bir öğrencimiz bizi ziyarete gelmişti. O sırada da elimizde Seyyid Kutub şehidimizin “Fî Zilâli’l Kur’an”ı vardı. Ders bitince o talebemle hasbihal ettim. Bu arada İlahiyatta okuyormuş. Müsait zamanlarda da M. Fethullah Gülen Hocadan ders alıyorlarmış. Ona “ne okuyorsunuz?” dedim. “Fıkıhtan “Hidaye”, tefsirden “Fî Zilâli’l Kur’an” dedi. “Günde kaç sayfa?” dedim. Sanırım “yaklaşık 15-18 sayfa” dedi.
O zamanlar “Fî Zilâl”i sadece “Daru’ş Şuruk” basardı. 6 büyük cilt ama inci gibi küçük harflerle. Bugün modern bir baskısı yapılsa ya 10, ya da 15 cilt eder. Diyeceğim o kitaptan 15-18 sayfa okumak her babayiğidin kârı değildir. Bunu bilin, bir.
İkincisine gelince, ben kasetten dinledim. Sonra sanırım “Küçük Dünyam” kitabında da var. Hoca Efendi “birkaç kez cünûn haline müptela oldum” diyor. Bunlardan birisi de şu olayı anlatırken veya kendisi ilk okuduğunda olmuş. Şu anda bunun hangisidir tam hatırlayamıyorum. Diyor ki:
“Merhum Seyyid Kutub yakalanır, zindana atılır ve olmadık işkencelerden geçirilir. Başına kızgın sular dökülür, eti kerpetenlerle kopartılır insanların o zamanlar Mısır zindanlarında. Daha neler neler? Bunların hatıraları ile dolu kitaplar var. Her neyse, ama en acısı nedir biliyor musunuz? Şehidin kız kardeşini yattığı hücreye getirirler ve az bir müddet için ikisini baş başa bırakır giderler. Kız kardeşi der ki: “Abi, sen davandan vaz geçmezsen benim ırzıma geçeceklerini, namusumu kirleteceklerini açıkça söylediler. Biliyorum, dediklerini de yaparlar…”
Şehit Seyyit Kutup der ki: “Sevgili kardeşim, evet bunu yaparlar. Bu da bir imtihandır. Sabredecek ve davamızdan vazgeçmeyeceğiz. Sen hiç korkma ve kendini kahretme. Onlar sana tecavüz etmekle senin namusun kirlenmez, şerefine leke gelmez...”
İşte o an ben kendimi kaybetmişim. Şimdi bunu hatırlarken dahi başım sanki yerinde yok.”
Ben Hoca Efendi’nin bu sözlerini aktardığımda mecliste sanırım ağlamayan yoktu. Dedim ki:
- Ama siz Hoca Efendi’yi bu şehidi sevmemekle ve okumamakla itham ediyorsunuz!
- Bilmiyorduk hocam. Pişmanız ve tövbe ediyoruz.
Evet, yiğit insanlardı ve yiğitliklerinin gereğini hemen yapmışlardı…
Evet, Hoca Efendi’yi iki grup gözden düşürüyor. Birisi tanımadan üstünkörü hakkında karar veren ona uzak yabancılar. Umarım onlar da böyle bizim yaptığımız gibi tartışmalar ile, eleştiriler ile belki onu tanıyacak ve sevecekler. En azından düşman olmayacak, buğzetmeyecekler.
İkinci grup ise güya Hoca Efendiyi sevdiklerini söyleyen, ama iyi niyetle yapılan en ufak bir eleştiriyi dahi anlamadan, kavramadan ona düşmanlık sayarak gözü dönmüş bir şekilde Müslüman kardeşlerine saldıranlardır. Böylece sözde bu yakınlar, başka cemaatleri veya sıradan insanları Hocadan ve cemaatten soğutuyorlar. Allah Teâlâ şerlerinden emin eylesin.
Hatta onlardan birisi bu seri yazı esnasında bana birkaç mail attı. Güya Hoca Efendi’yi savunuyor ve bana diyor ki: “Sen böyle söylemekle Hoca Efendi ile cemaatini birbirine düşürmeye çalışarak münafıklık yapıyorsun.” Münafıklıktan da, böyle ahmak dostlardan da Allah Teâlâ’ya sığınırız. Bunlar seviyorum derken bu ahmaklıkla adamı öldürürler. Hani bir maymun varmış. Efendisinin sineğini kovalarmış. Birkaç kez kovalamasına rağmen tekrar efendisinin başına konunca bu sefer çok öfkelenerek o sineği taşla ezerek öldürmüş. Bu arada kafası parçalanan efendisi niye ölmüş, ona da şaşkınlıkla bakıyormuş…
Halbuki Hoca Efendi’yi bir dinleseler, cemaate en büyük eleştiriyi ve tavsiyeyi onun yaptığını göreceklerdir, ama nerde! Hoca Efendinin bu konudaki kendi cemaatine söylediği sözleri yazsanız, Akdenizin suları mürekkep olsa yetmez. Ama olaya takım tutar gibi yaklaşan basireti bağlı fanatikler bundan ne anlar? Ahmaklığın tedavisi yokmuş…
Bunlar ehl-i beyt imamlarının yanında durup da onları dinlemeyen şia’ya, yani tarftarlarına benzerler. Ne söz dinler, ne de terkederek huzur verirler. Dost kılıklı baş belalarıdır bunlar. Neylersin, bu da başta Hoca Efendi’ye olmak üzere aşılması gereken bir imtihandır. Sabırdan ve tekrar tekrar söylemekten başka yol yok. Hiç kimseye “canınız cehenneme” deme lüksü yok Müslümanların. Zekisi de bizim aptalı ve ahmağı da bizimdir. İyi ki öyledir. Yoksa yolda düşüp kaldığımızda kim tutardı elimizden?
Allah’ım, beni de, bu kaş yapayım derken göz çıkaran sözde taraftarları da ıslah eyle. Sen sübhansın, sana zorluk diye bir şey asla söz konusu olamaz. Bizi kendimize bırakma, o zaman işimiz zordur, çok zor!
Velhasıl sevgili kardeşlerim, biz Müslümanlarla Hoca Efendi’nin cemaatini buluşturmak ve seviştirmek adına yaptığımız eleştirilere devam edeceğiz. Herkes eteğindeki taşı döksün. Bir daha taş toplayacaksa, gitsin Müzdelife’ye de koca, orta ve küçük şeytanlara atmak için toplasın.
Bakalım dualarımız kabul edilecek mi? Yaşayıp göreceğiz…