‘imam-ı Rabbani’ Sempozyumu ve düsündürdükleri (1)
Öncelikle böyle bir sempozyumu gerçekleştiren Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı ve İstanbul Tasavvuf Araştırmaları Merkezi’ne, iştirakçilere, teşekkür, tebrik ve takdirlerimi sunuyorum. Allah razı olsun. Rabbim bu ve benzeri faaliyetleri rızasına muvafık ameller cümlesine ilhak buyursun. Ta 1936’larda talebelerine ‘İmam-ı Rabbani evlatlarısınız’ diye hitab eden, pek çok kimsenin haberi yokken talebelerine, aslından ‘Mektubat’ı okutan, Türkiye’de neşrini sağlayarak binlerce insanı İmam-ı Rabbani ve ‘Mektubat’tan haberdar edip onlarla buluşturan Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’ni de bu vesile ile minnet ve şükran ile yâd etmeyi bir vefa misali olarak görüyor, gerek İmam-ı Rabbani Hazretlerinin, gerekse Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin şefaatlarına bizleri nail eylemesini Rabbimden niyaz ediyorum.
‘Hindistan Müslümanları, diğer beşerî din mensupları ve etnik farklılıklar sebebiyle yaşadığı sıkıntıların yanında özellikle Hicri dokuzuncu ve onuncu asırda başlayan, on birinci asırda da devam eden en önemli iki mesele olarak; Ekber Şah olayını ve tasavvufun İslâm akidesini tahrip ve tahrif etme sürecini sayabiliriz. İslâm’ın geleceği ve vahyin berraklığının korunması penceresinden bakıldığında bu iki mesele, dışarıdan cephe açıp, İslâm’ı imha etmek isteyen ‘yabancı’ güçlerden daha büyük tehlike oluşturmuştu. Özellikle Ekber Şah’ın oluşturduğu problem, devlet gücüyle yürütülen ve âlim kisvelileri etrafına toplamış bir fitne olduğu için, söndürülmesi zor bir ateş gibi duruyordu. Ekber Şah, Moğol hükümdarlarından biriydi. Hindistan’ın başına geldiğinde Müslümandı. Herkes gibi inanıyor, ibadet ediyordu. Ortam da Müslüman olmayı gerektiren bir ortamdı. Tasavvufun, ifrada giden ehli sünnet dışı abartmalarından etkilendi ve akidesini değiştirdi. Yönetiminin ikinci döneminde, İslâm’dan nefret ettiğini ve ‘İlahî Din’ adıyla yeni bir din geliştirdiğini ilan etti. Etrafındaki yardakçı âlim ve şeyh kılıklı tipler de onu şişirdiler. Bu şişirme Ekber Şah’ın, çağının Firavun’u olmasına kadar uzadı. Onu ilah gibi algılamaya başladılar. Dinlerin birleştirilip, bir tek dinin çıkarılması gerektiğini söyleyenler onun etrafında kümelendi. Ekber Şah’ın danışmanları ve din adamı olarak maaşa bağladığı insanlar, onu şerre yönlendirdi. Onun önünde, asla kavrayamayacağı ilmî meseleler tartıştılar. Onun da zevkini tatmin eden sözler ortaya çıkınca ayağı yerden kesildi. İmam-ı Rabbani Hazretleri, küfre karşı çıkmayan, hatta küfrün fiili savunucusu kesilen dalkavuk tipli, rüzgâra göre eğilen bu zevat ile ciddi mücadele verdi.
İmam Rabbani, Hz. Ömer’in (r.a) 21. Kuşaktan torunudur. Ömer’in şiddetine çok ihtiyaç duyulan bir zamanda Allah, onun torunlarından birini, ıslahat için gönderdi. Takva bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi. On yedi yaşında fıkıh, hadis, tefsir konularında icazet aldı. Yine genç yaşta tasavvufun derinliklerine daldı. Büyük şahsiyetlerin dizinin dibine oturdu. Sadece tekkesinde oturup nasihat etmekle yetinmedi. Yetiştirdiği talebelerini, büyük merkezlere göndererek, hizmet etmelerini sağladı. Kısa zamanda, diktiği fidanlar meyve verdi. Hindistan’da adının duyulmadığı yer neredeyse kalmadı. Bid’at ve hurafeler üzerine kurulmuş saltanatlarının sarsılacağını görenler onu bertaraf etmenin yolunu aradılar. Komplolar sonucunda hapis hayatı gördü. Hapishaneyi medreseye çevirdi. Oradaki insanlardan Allah dostları yetiştirdi. Sultanın huzurunda eğilerek selam vermeye karşı çıktığı için, Kovalyar Kalesinde mecburi ikamete tabi tutuldu. Gerek hapishane ve gerekse mecburi ikamet dönemini o, Yusuf aleyhisselamın sünnetini ihya etmek gibi algıladı. Vefat ettiğinde, bin yıllık ömrünün bittiği sanılan İslâm’ın ebedî kalacağına olan imanı tazelenmiş büyük bir cemaat bıraktı. Onun izini süren binlerce talebesi, evlatları yeryüzüne yayıldı. Bid’atlerle savaştılar, sünnet sancağını yücelttiler. Ekber Şah’tan sonraki yönetim, onun çizdiği çizgilerde yürüdü. Kendi sağlığında çalışmalarının bereketini gördü. Tasavvuf kaynaklı fitne de hafife alınacak türden değildi. Peygamberlik kavramına varıncaya kadar, İslâm’ı İslâm yapan ne kadar farklılık varsa, onlarla oynanmak isteniyordu. Ne yazık ki âdeta terkedilmiş bir köy gibi buldukları Hindistan’da istediklerini elde etmeye de muvaffak oluyorlardı. Bazı âlimler ve himmet sahipleri, gidişata mani olmak maksadıyla çeşitli çalışmalar yaptılar. Muvaffak olamadıkları gibi bedeli ağır sonuçların oluşmasına da sebep oldular. Tasavvuf erbabının etkin konumuna karşı çıkışla, ordusu güçlü bir devletin desteklediği fikrî bir akıma karşı çıkış arasında çok fark yoktu. Birinin ortaya çıkması ve devlet destekli fitneyle, ‘maneviyat-ruhaniyet’ destekli fitneyi aynı anda söndürecek, hassas bir çalışmayı yapılması tek çareydi. Devlet erkânı ile onların hevâ ve heveslerine kapılmadan münasebet kurmayı becerebilen, tasavvuftan gelmiş biri, aranan şahsiyetin ana karakteri olmalıydı. Allah Teâlâ, yanan bu büyük ateşi söndürmesi için, yine Hindistan menşeili olan İmam-ı Rabbani Hazretlerini seçti. Asıl adı Ahmed olan İmam Serhendî, Ömer bin Hattab (r.a) soyundandır. Daha sonraları Müslümanlar arasında İmam Rabbanî unvanıyla meşhur olmuştur. Miladî 1564 yılında doğmuş ve 1624 yılında vefat etmiştir. (Rabbani; kendini Rabbine adamış, her işinde Allah rızasını öne çıkaran, dinine hizmet eden kişi manasında kullanılan bir deyimdir.)
Özelde Hindistan Müslümanlarına, genelde de bütün Müslümanlara sağladığı faydalar, yaptığı hizmetler açısından bilhassa, tasavvuf çevrelerinde ‘İkinci Bin Yılın Müceddidi’ olarak anılan, İmam Rabbanî, benzer meseleleri farklı tarzlarda yaşayan bütün zamanların dava adamları için mükemmel bir örnektir. Allah ondan razı olsun.
Tasavvufun yaygın hâle gelmesi daha önceki asırlarda olmuştur. Onuncu asırda ise tasavvuf bilhassa Hindistan’da kollara ayrılmış, felsefeden ağır bir şekilde etkilenmiş, İslâm’a ait hüviyetinden tavizler vermiştir. En hassas akide konularında çatlaklar tasavvufa mâl edilmiş, bid’atlerin üretim merkezi hâline gelmişlerdi. Resûlullah’ın (s.a.v) Peygamberliğinin bittiğini söylemeye cüret edebilecek, tasavvuf büyüklerini sahabeden üstün görecek kadar itidal ve istikametlerini şaşırmışlardı. Âdeta Hindistan, dinde bid’at üretme merkezi hâlini almıştı. Bu hal, İslâm toplumunun, ilimden ve ilmin gereklerinden kopmasına sebep olduğu gibi, yöneticilerin emellerine alet olmaları bakımından ümmetin geleceğiyle de oynadılar. Dinin içinden din çıkardılar. Peygamberimizin izinden gitmek için çıktıkları yolda, onun hadislerini, sünnetini yok saydılar. İmam Rabbanî Hazretleri, tek başına tarihin seyrini değiştirdi. Resûlullah Efendimiz’in sünnetini ihya etmeyi Allah ona nasip etti. İmam-ı Rabbanî Hazretleri, bir kişinin neler yapabileceğine, ‘olmaz’ diye bir şeyin olmayacağının, en canlı misalidir. Birinci hamlesinde, tasavvufun aslının veya çıkış maksadının ihyası vardı. İkinci hamlesinde ise, İslâm’la ilgisi olmayan yanlışların atılması vardı. İmam-ı Rabbani Hazretleri bu tarihi hizmetiyle ‘tecdid ve ihya’ karakterli bir mürşid olduğunu da göstermiş oldu. İslâm’a sonradan girmiş bid’atlarla verdiği mücadele, İslâm’ın ilk safiyetini bulma gayretlerinin bir tecellisiydi. İmam-ı Rabbani Hazretleri, sünnete bağlılıkta o kadar ileri seviyedeydi ki; sünnet üzere bir hayat yaşadığı için, kitaplardan hadis öğrenip uygulamak yerine, kendisini taklit etme izni vermesini isteyen müntesiplerine, (kul olduğunu, hata yapmaya açık olduğunu, bu yüzden hadis kitaplarını okuyup Rasulullahı, o kaynaklardan öğrenmelerini tavsiye etmiş, Kitap ve Sünnete uymayan her şeyi İslâm dışı saymıştır.) Çeşitli vesilelerle yazdığı mektupların toplandığı ‘Mektubat’ da kendi çağından çok, geleceğe atılmış mesajlardır. Bu mektuplar, (bugüne uyarlarsanız mesajlar da, mailler de diyebilirsiniz) dört asır geçmesine rağmen, hangi asırda, hangi coğrafyada olursa olsun, bugün yazılmışçasına tazeliğini koruyup bizlere rehberlik ediyor. Hasta ruhlara yazılmış reçete âdeta... İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin 534 mektuptan müteşekkil Mektubat’ı okunup incelenirse sosyal, siyasi, felsefi ve dinî bozulmalara verdikleri cevabi mahiyetteki mektupların, gayet seviyeli, ilmî ağırlıklı ve avama yazılmadığı görülür.
(Devamı yarın
İnşaallah) Vahyin Dilinden
“Sen af yolunu tut, iyi olanı emret ve cahillerden yüz çevir.” (7 A’râf, 199)
Allah Rasûlü’nden
Peygamberimiz buyuruyorlar ki;
“Allah’ım! Nimetinin yok olmasından, verdiğin afiyetin (nimet ve sağlığın) bozulmasından, ansızın cezalandırmandan ve öfkene sebep olan her şeyden sana sığınırım.” (Müslim)
Günün Sözü
“Rahatlarını düşünenler yüzünden rahatsızdır dünya.” Selahaddin Şimşek
Cömertliğinbereketi ve güzelliği
Celaleddini Rumî cömertliğin bereketini ve güzelliğini şu temsillerle anlatır:
* Cömertlik, cennet selvisinin dalıdır. Böyle bir dalı elden kaçıranlara yazıklar olsun.
* Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılatı pek çok olur. Fakat tohumu ambarda tutan ise sonunda onu kurtçuklara yem yapar.
* Yoksul kişi nasıl cömertliğe, iyiliğe muhtaç ise cömertlik de, iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller, nasıl tozsuz, passız, parlak ayna
ararlarsa, cömertlik de yoksulları, zayıfları öyle aramaktadır.
Güzellerin yüzleri ayna ile süslenir, güzelleşir. Ayna olmazsa güzellik meydana çıkmaz, iyiliğin, cömertliğin yüzü de yoksula bakmakla görülür.
* Peygamber Efendimiz (s.a.v) meleklerin cömert kimselere duâ ettiğini, pinti/cimri kimselere bedduada bulunduğunu şöyle haber vermektedir:
“Her sabah iki melek iner. Biri: “Ya Rabb! Cömert davranıp infak edene, yenisini ihsân eyle!” diye duâ eder. Diğeri de: “Ya Rabb! Cimrilik edenin malını telef et!” diye bedduâ eder.”
Cemiyeti orman cemiyeti yapmayın!
Cemiyet, din ve iman olmadan orman cemiyetidir, isterse tepesinde medeniyet şimşekleri çaksın. Orada hayat zorbanın ve kuvvetlinindir; faziletlinin ve muttakinin değildir. O cemiyet mutsuz ve bedbahttır; isterse refah içinde yaşasın ve nimet içinde yüzsün. O cemiyet basit ve ucuz bir cemiyettir. Çünkü onu meydana getiren fertlerin gayesi karın ve göbek şehvetlerinden ileri geçmez. Onlar, “Hayvanlar gibi zevklenir, hayvanlar gibi yer ve içerler.”
Ne kadar ilerlerse ilerlesin, ne kadar genişlerse genişlesin maddi ilmin insanlara huzur ve saadet vermeye gücü yetmez.
Çünkü ilim sadece hayatın maddi tarafını yükseltir; uzağı yakın eder. Bunun içindir ki asrımıza “sürat çağı” ve “mesafeleri yenme çağı” adını vermişlerdir. Fakat hiç kimse ona “fazilet” veya “sükûnet” ya da “beşerin mutluluk çağı” adını ver(e)memiştir.
Maddi ilim insana birçok alet ve edavat vermiştir, ancak ona kıymet vermemiş ve uğrunda ölümü göze alabileceği bir hedef göstermemiştir. Çünkü bu, ilmin vazifesi değildir ve onun ihtisas sahasına da girmez. Bu, ancak ve ancak dinin sahasına girer.
Kamu malını korumak
Kamu malı insanların ortak kullanımına sunulan, herkesin faydalanma hakkı olan mallar ve hizmetlerdir. Bu mal ve hizmetler yine halktan toplanan vergi, bağış vb. yollarla tedarik edilir ve devlet malı olarak da adlandırılır. Yüce dinimizin insana yüklediği en önemli sorumluluklardan biri de emanete sahip çıkmak, ona hıyanet etmemektir. Kamu malının korunması da bu kapsamdadır.
Hz. Peygamber de kamu malı yemenin en büyük günahlardan olduğunu belirtmiş, insanları bu konuda eğitmek amacıyla kamu malı yiyen bir kişinin cenaze namazına katılmamıştır.
Gerek kamuya ait okul, hastane gibi yerlerdeki eşya, araç ve gereçlerin kullanımında; gerekse orman, park, deniz gibi doğal kaynakların kullanımında oldukça ölçülü ve titiz davranmalıyız.
Her kamu malının veya hizmetinin cebimizden ödediğimiz vergilerle üretildiğini, sahip olduğumuz doğal kaynakların da bir sonunun olabileceğini unutmamalıyız.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.