‘imam-ı Rabbani’ Sempozyumu ve düsündürdükleri (2)
İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin mektuplarından bugünümüze de ışık tutması bakımından bir demet takdim etmek istiyorum.
‘Kıyamette Şeriattan sorulur, tasavvuftan sorulmaz. Ebedî hayata giriş ve azaptan kurtuluş, Şeriatın icrasına bağlıdır. Kâinatın ruhu olan bütün Peygamberler, insanları şeriata davet ettiler. Kurtuluş sadece şeriattadır ve Peygamberlerin gönderilmesinden gaye, kurtuluş çaresi olan şeriatların bildirilmesidir.’ (48. Mektup)
Alimlerin bağımsız, sözünü esirgemeyeceği bir ortamda, hür olarak görüşlerini beyan etmek suretiyle fetva vermelerinin ümmet için hayırlara vesile olacağını dile getiren İmam-ı Rabbanî Hazretleri, âlimlerin devlet reislerine yaklaşıp, onların isteği doğrultusunda, güdümlü fetva vermelerini, doğuracağı zararlar açısından şiddetle eleştirmiştir. (53. Mektup) Hint topraklarında iyice yayılma imkânı bulmuş bozuk tarikatlarla da mücadele etmiştir. Panteizmin etkisiyle bozulan fikrî bünyeyi yeniden inşa için, ‘câhil sufî’ liderlere de çatmaktan geri durmamıştır. Bu gibi ilimden nasipsiz câhil şeyhlerin yanına yaklaşılmamasını Müslümanlara tavsiye etmiştir. (61. Mektup) İmam-ı Rabbanî Hazretleri, ‘sözle yapılan cihadın, kılıçla yapılacak cihaddan daha kârlı’ olduğu düşüncesindedir. O, Nakşibendi geleneğinin Rasûlullah’tan aldığı sohbet prensibinden hareketle, sözlü cihadı, yani sohbet ve kalemle yapılan cihadın, kılıçlı cihada olan üstün ve faydalı yönlerini dile getirmiştir. (65. Mektup)
Sufînin dünyayı terketmesini, ‘sıkı sıkı İslâm’a yapışıp emir ve nehiylerine riâyet etmektir’ diye yorumlaması bu konudaki orijinal yaklaşımlardan biridir. (72. Mektup)
Tasavvufi anlayışında uzleti, inzivayı, insanlardan uzaklaşıp mağaralarda, ıssız yerlerde kalmak yerine, insanlar arasına girip onlarla sohbet etmenin iyi ve kârlı olduğu fikrindedir. (270. Mektup) İmam-ı Rabbanî Hazretleri’ne göre, Hakk’ın sesini zamanın hükümdarına çekinmeden, korkmadan duyurmak hizmetin en büyüğüdür. (380. Mektup)
Tasavvuf, muhtevası ve ifa ettiği vazife ile İslâm’ın özünü teşkil eder. Daha iyi bir Müslümanlık, daha takva bir hayat yaşama, zühd sahibi olma, dünyaya tenezzülsüzlük gibi sahabe hayatının temel karakterlerini yaşama ve yaşatma faaliyeti olarak isimlendirilebilir.
Tasavvufun içinden biri olarak başardığı husus, bozuğu tamir etmenin, yeniden yapmaktan zor olduğunu bilenler için daha iyi takdir edilip anlaşılabilir.
Bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: ‘Allah azze ve celle, her yüz yılın başında bu ümmete dinini yenileyecek birini gönderir.’ (Ebu Davud)
Buradaki yüz yıl, hicret takvimi ile olan yüz yıldır. Bu, hadiste zikredilen tarzda, ümmetin üzerindeki külleri kaldıran, dinde canlılık sağlayan önderlerdir. Hadiste zikredilen yenileme dinde değil, Müslümanlar üzerindedir. Zayıflayan dine bağlılık ve yaygınlaşan bid’atlerin yıprattığı dinî anlayışı yenileme görevini İmam-ı Rabbaniler ve onun izini sürenler yerine getirdiler. Bu gönderilenlerin, şu tarihte, şurada gibi muayyen bir zamanı ve yeri de yoktur. Allah dilediğini, dilediği zamanda gönderir. Aynı zamanda birden fazla âlimi de gönderebilir.
Tasavvufun ilk önderleri bu maksatla yola çıktılar. Fudayl bin İyad, Hasan Basri, Abdülkadir Geylanî gibi zühdü ve takvası müsellem isimler, en önde gelen tasavvuf erbabıdır. Bu isimlerin her biri, şeriat eksenli düşünen insanlardır. (Dikkat edilirse son dönem, Yunus Emre, Mevlana, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşı Veli vs. ağırlıklı bir tasavvuf anlayışı yerleştirmeye çalışılıyor. Şeriat ağırlıklı değil de kültürel ağırlıklı bir tasavvuf!)
Bir Müceddid olarak İmam Rabbanî;
1) Hindistan’da indirilmek üzere olan İslâm bayrağını yeniden yüceltti. Bu büyük işi yaparken de kendisi dışında kimsenin burnu kanamadı, şahsiyetinden hiç taviz vermedi.
2) ‘Şeriat mı, tarikat mı’ tartışmasını bitirdi. Tarikatın, şeriatın hizmetinde olduğunu vurguladı. Bunu yaparken de tarikatın dışından biri olarak değil, iyi bir tarikat ehli olarak yaptı. Kimse onu, tarikat düşmanı olarak itham edemedi. Kur’an ve sünnete uymayan her yolu bâtıl olarak niteledi. Ayrıca tasavvufu düzeltmek için seminerler veren bir akademisyen konumunda da değildi; konuşuyor ve amel ediyordu. Kuru bir tenkit değildi yaptığı; ne yapılması gerektiğini anlatıyor, alternatifli konuşuyordu. Bu sebeple de sözünün ve yazısının bereketi oldu.
3) İman esaslarından biri hâline getirilmek istenen ‘Vahdeti vücud’ teorisini tamamen çürüttü. Basit bir felsefi düşünce olarak kitaplarda kalmasını sağladı. ‘Vahdeti vücud’ teorisini iptal ederken, o teoriyi ilk konuşanları itham etmemeye dikkat etti. Bunun sebebi onların, o teorinin dışında, iyi olarak bilinen şahsiyetler olmasıydı ama aynı teoriyi onun zamanında savunanları şiddetle tenkit etti.
4) İslâm’ın ebedîliğine, zamanaşımı gibi bir itikadın olmayacağına olan imanı, tazeledi. Akidenin herhangi bir konusunun zedelenmesini, İslâm’ın bütününe yapılmış bir saldırı olarak gördü. Bir sünnetin ihya edilmesini, ‘İslâm’ olarak gördü. Daha sonra da anlaşıldı ki küçük zannedilen bazı tavizler, üzerinden zaman geçtikten sonra, dinin bütününü tehdit eden bir sele dönüşebilmektedir. Bunun için onun izlediği metotta şu pratiklik dikkat çekmektedir:
Önce iman esasları korunuyor. Onlardan hiçbir taviz verilmiyor. Ardından, imana ters düşecek yasaklara karşı büyük bir titizlik gösteriliyor, daha sonra, farzların edâ edilmesi, yaşamanın en önemli gereği olarak görülüyor. Bir farz edâ etmeyi, farz olmayan başka bir nafilenin binlercesine değişilmiyor. Bu ilkesini incelerken onu, sadece farzları yapan, nafilelere önem vermeyen biri olarak zannedebilirsiniz. Aksine, farzlardan sonra ise nafileleri devreye sokuyor. Nafileler, farzlardan artan boşluğu dolduran en önemli malzeme olarak yazılarında ve sözlerinde önümüze çıkıyor.
5) Aklı vahiyden üstün tutmak isteyen teorileri çürüttü. Hangi suret ve şekilde olursa olsun, aklı vahyin önüne çıkaran, dolayısıyla insanlardan bir insana ait bir sözün, Resûlullah Efendimiz’in sözünden önemli ve daha faydalı gibi algılanmasına sebep olabilecek hiçbir kelimeyi sözlüğünde kullanmamış; hatta böyle bir şeyi kavga meselesi yapmış, kendi ifadesiyle bu tür sözler onun, ‘farukilik damarı’nın kabarmasına sebep olmuştur.
6) Velilerin, Peygamberler ile denk tutulması gibi bir sapıklığı akıllardan sildirdi. Veliliğin, Peygamberliğin yanında bir hiç olduğunu ispat etti. Bunu yaparken ne kendinden önceki Allah dostlarını incitti, ne de kendi zamanındaki şahsiyetlerle mücadele etti. Sadece taşları yerli yerine oturttu.
7) Genelde, onun zamanındaki tasavvuf erbabı, sadece kendi kollarında ehil oluyordu. Fıkıh ve tefsir gibi ilimlere uzaktılar. (Şimdi olduğu gibi.) İmam Rabbanî Hazretleri ise, farklıydı. Tasavvufun en ince meselelerine olan vukufiyeti yanında, fıkıhta, tefsirde ve bilhassa hadiste konuşabilecek altyapıya sahip bir âlim olduğu anlaşılmaktadır. Genç yaşta, farklı ilim dallarından icazet almış olması, ona bu imkânı vermiştir. Böylece yazıp konuşurken bilerek yazmış, bilerek konuşmuştur. ‘İlim-amel-ihlas-hizmet-cihad’ onun olmazsa olmazlarındandır. İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin önemli hizmetlerinden biri de, bütün Müslümanların tevhidi bir tavırla bir araya getirilip, birleştirmek ve arada vuku bulan çeşitli ihtilafları gidermek olmuştur. Ortak zemin olarak herkesi İslâm’a davet etmişler ve orada problemlere çözüm aramışlardır.
Bu sempozyum vesilesi ile manevi hayatımızın, medeniyetimizin temel taşlarından biri olan İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’ni ve diğer İslâm büyüklerini tekrar rahmet ve minnetle anıyoruz...
Namaz ne kazandırdı bilemezsiniz!
Efendimiz’in Hayatından
Sa’d İbnu Ebi Vakkas (ra) anlatıyor:
“İki erkek kardeş vardı. Bunlardan biri öbür kardeşinden kırk gün kadar önce vefat etti. Peygamber Efendimiz yanında bunlardan birincinin faziletleri zikredildi. Bunun üzerine Efendimiz, “Diğeri Müslüman değil miydi?” diye sordu.
“Evet, Müslüman’dı ve fena da değildi!” dediler.
Efendimiz şöyle buyurdu: “Öldükten sonra, namazının ona ne kazandırdığını biliyor musunuz? Namazın misali, sizden birinin kapısının önünde akan ve her gün içine beş kere girip yıkandığı suyu bol ve tatlı bir nehir gibidir. Bu nehrin onun üzerinde kir bıraktığını göremezsininiz. Öyleyse, siz ona namazının neler ulaştırdığını bilemezsiniz.”
İbni Abbas’dan (ra.) ise nakledilen bir hadis-i şerif şöyledir:
Resulullah bir gün ashabına, “İlâhi! Aramızdan kimseyi şaki ve mahrum eyleme, diye dua ediniz” dedi ve sonra, “Şaki ve mahrum kimdir bilir misiniz?” diye sordu.
Sahabiler, “Kimdir ya Resulallah?” dediler.
Peygamber Efendimiz, “Namaz kılmayan!” buyurdu.
Mısır
neden
önemli? Mısır İhvan’ının temsil ettiği İslâm, derin entelektüel, kültürel, sosyal ve tarihî kökleri olan Sünnî omurgadır. Ana damardır. İslâm dünyasında Sünnî omurganın iki tarih kurucu aktörü var: Biri Türkiye, diğeri de Mısır. Batılılar, doğrudan Suudları, dolaylı olarak da İranlıları, işte bu Sünnî omurgayı çökertmek için destekliyorlar. O yüzden Türkiye’yi kuşatmaya, Mısır’da İhvan’ın gelişini daha doğmadan boğmaya çalışıyorlar. Mısır’da İhvan, İslâm dünyasının da, bütün dünyanın da geleceğini
belirleyebilecek esaslı bir bağımsızlık mücadelesi veriyor. Mısır’ın tam anlamıyla bağımsızlığına kavuşmasının tek yolunun, İslâmî bir dünya, hayat ve gelecek inşaası yolculuğuna çıkmasından geçtiğini çok iyi biliyor Batılılar: O yüzden -her ne sûretle olursa olsun- Mısır’ın önünü kesmek istiyorlar. Mısır’ın düşmesi, zorba Batı hegemonyasının çökmesi anlamına gelecek çünkü. Ayrıca Mısır’ın böylesi bir geleceğe doğru yürümesi, bütün bir Arap dünyasının aynı şekilde bağımsızlığına kavuşmasını sağlayacaktır.
Vahyin Dilinden
Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu; işte onlara elem verici bir azabı haber ver. (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtlarının dağlanacağı gün (onlara denilir ki): “İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğumuz şeylerin (azabını) tadın!”
(9 TEVBE 34, 35) Allah Rasûlü’nden
Peygamberimiz buyuruyorlar ki:
“Bismillâh! Allah’a tevekkül ettim. Allah’ım! Dalâlete düşmekten ve başkaları tarafından dalâlete sürüklenmekten, kaymaktan ve kaydırılmaktan, haksızlık yapmaktan ve haksızlığa uğramaktan, câhilce davranmaktan ve câhillerin davranışlarına muhâtap olmaktan Sana sığınırım.” (Ebû Dâvûd)
Günün Sözü
Ya İslâm’da erirsin
Ya inkârda çürürsün
Yol mezarda bitmiyor
Girdiğinde görürsün
Abdurrahim KARAKOÇ
DERS
Hazreti Musa, Tur’daki
duasında der ki
- Ya Rab! Sen kullarından ne zaman razı olursun? Onu bana bildir ki, ben de buradan dönünce kullarına bildireyim. Onlar Senin razı olacağın duygu düşünce içinde yaşasınlar hayatlarını...
Bakın ne buyurur Rabb’imiz:
- Ya Musa! Sen kullarıma söyle; onlar Benden ne zaman razı olurlarsa, Ben de onlardan o zaman razı olurum!
Evet, varlık, darlık, hastalık, sıhhat... Kendine ne takdir edilmişse hepsine de razı olup kanaat eden, başkalarında olana da, uygun olan odur, deyip haset etmeyen kul, doğrudan doğruya Rabb’inin takdirine razı olup kanaat eden kul demektir. Rabb’inin takdirine böyle razı olandan ise Rabb’i de razı olmaktadır. Söyler misiniz, bundan daha büyük bir kazanç olur mu inanmış bir kul için?
- Öyle ise biz de yoklayalım iç dünyamızı!.. Kendimizde olana kanaat ediyor, başkalarında olana da haset etmekten kendimizi koruyor muyuz, bir kontrol edelim duygu ve düşüncelerimizi?
Artık tereddütsüz biliyoruz ki; biz Rabb’imizin takdirinden ne kadar razı isek, Rabb’imiz de bizden o kadar razıdır!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.