Kendimize Yazık Etmeyelim
Kader, her insana bir imtihan alanı seçmiştir. Kainatta hiçbir şey tesadüfî değildir, bilakis ince bir plan ve programın eseridir. Bu plan ve program, yerlerin ve göklerin yaratıcısı, her yaptığını ilim ve hikmetle donatarak yapan Allah Teâlâ’dan olunca, gam çekmek, kaydı ve endişe etmek ne kadar yersizdir. Maalesef insan bunu ancak belli bir ilim, tefekkür ve tecrübeden sonra anlıyor. Anlayana kadar da kendisine yazık ediyor.
Evet, eskiden ama kendi hayatımda, ama başkalarının hayatında gördüğüm bir kısım sıkıntılardan, elemlerden, ıstıraplardan, zararlardan, eziyet ve işkencelerden üzülür ve rahatsız olurdum ve bir sürü “keşke”li cümleler kurardım. İyi niyetle mü’minlere şefkat ve merhamet duygularımı istisna ederek, bunun ötesinde olanlarla boşuna kendime yazık etmişim…
Mesela derdim ki: “Keşke Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel, Serahsî, İbn Teymiyye ve benzeri zevat zindanlarda yatmasalardı. Keşke o acı ve ızdırap dolu yıllarda evlerinde olsalar da ilimle daha çok meşgul olsalar, daha çok eser verselerdi…”
O zamanlar, büyük âlim ve düşünür Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin o muhteşem “Tefviznâme”sini okurken nakarat kısmında hafif bir değişiklik yaparak şöyle okurdum:
“Görelim Mevla neyler,
İnşallah güzel eyler.”
Benim sefil düşüncem işte…
Hatta bu yersiz elemlerim beni gülünç vaziyetlere düşürürmüş de haberim olmazmış. Mesela “Gazalî genç yaşta ölmemeliydi, Nevevî başladığı eserleri bitirmeliydi, Alûsî iyi ki tefsirine erken başlamış, Cahit Zarifoğlu en verimli çağında gitmiş… nasıl bir hikmetse” derdim. Haşa Allah Teâlâ’nın işlerini beğenmemek değildi kastım, kendime acı çektirmek de değildi. Ama farkında olmadan yapmışım bunları. Estağfirullahelazîm.
Bu örneklere, “Hz. Eyyub niye bu kadar hasta oldu, Hz. İsa, Hz. Yahya ve Hz. Zekeriyya niye eziyet ve işkence çekti”leri de eklersek, ahmaklığımız iyice ortaya çıkar değil mi?
Bilmem sizde de olmuş mudur, “falan tanıdığım genç yaşta öldü, falan hoca yaşasaydı daha fazla hizmet ederdi, filan ihtilalde içeri girdi ve haksız yere zindanlarda çürüdü, feşmekan haksız yere çok işkence çekti, filanı kendi adamları bitirdi, yazık ettiler” gibi lakırdılar?
Evet, nedir bunlar?
Oysa insan imtihan için vardır bu dünyada değil mi? Asıl amaç, istikametle, yani dinin doğrultusunda bir hayat yaşayıp Allah Teâlâ’yı razı ederek yaşamak ve ahirete imtihanı kazanmış olarak gitmektir, değil mi?
Bu imtihanın zaman ve zeminini, şartlarını Allah Teâlâ seçer. Kimse buna itiraz edemez. Ben niye bu asırda yaşıyorum? Asr-ı saadette veya Osmanlılar döneminde yaşasam daha iyi olmaz mıydı? Kahramanmaraş’ta değil de Medine’de doğsam, memur çocuğu yerine sanayici çocuğu olsaydım mesela?
Hepsi hikaye bunların, hepsi boş sözler!...
Kader böyle istedi ve biz bu ortam ve şartlarda kulluktan sorumluyuz.
Sevgili Peygamberimiz “Dinine ve dünyasına faydası olmayan boş söz ve işleri terk etmesi, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir” buyurur.
Ya rabbimiz? Kurtulan “mü’minûn”u sayarken, ikinci sıraya “Lağıvdan, yani boş söz ve işlerden yüz çevirenleri” koyar. Müthiş değil mi?
Az yaşadı mı diyoruz? Yaşadığı kadar sorumludur.
Zindanda eziyet mi çekmiş? çektiği her saniye, evde rahat yaşadığının senesine bedel olarak onu füze gibi Cennete uçurmuş, rıza’ya erdirmiş.
Hastalıklarla mı boğuşmuş? ömrü saflaşmış, hep dua ve iltica ile Allah Teâlâ’ya yakın olmuş, günahları dökülmüş, dereceleri artmış, arı duru bir Müslüman olmuş. Karşılığı sorgusuz süalsiz Cennet.
İlim adamı olarak erken mi ölmüş? Olsun. Dinde bir eksiklik mi kalmış yani?
öyleyse üzülmek niye?
Hele Allah Teâlâ’dan şikâyetlenme?
Ahmaklıktan kim fayda görmüş? Sabırsızlık, şükürsüzlük ne kazandırır insana? Hazır eldekini de bitirir Allah korusun!
Geçmişe bakarak gam çekmek ne kadar yersiz ise, geleceğe bakarak endişe etmek de o kadar yersiz ve gereksizdir. çünkü geçmişimizi öyle planlayan aynı Allah Teâlâ, geleceğimizi de öyle planlamıştır. O, abesle iştiğal etmez, hikmetsiz, menfaatsiz, maslahatsız bir şey yaratmaz. Ona itimat etmek, sırtını sağlam vererek güvenmek gerekir.
Onun için büyüklerimiz, “Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu dem” demişler. “Sûfî, vaktin çocuğudur” sözü, tasavvufta çok meşhurdur. öyleyse geçmiş ve gelecekten geçerek, içinde yaşadığımız hale dikkat etmeli, yaşadığımız anı güzel kullanmalı, vakti değerlendirmeliyiz. Elimizdeki iman, bilgi ve sabırla kazandığımız güç, imtihanımızın zorluklarına yeter. Ama onu geçmiş ve geleceğe savurursak, belki içinde yaşadığımız halden de oluruz Allah Teâlâ korusun.
Kimse yanlış anlamasın, gelecek için yapılan plan ve programlar ve bunlara dayalı hazırlıklar, bu günün, bu anın işidir. Hayatımızı belli bir disipline sokan ve olmazsa olmaz olan plan ve programlar, az önce kötülediğimiz “gelecek için kaygı ve endişeye düşmek, evhamlanmaktan” sayılmazlar.
Geçmişin nimet ve elemlerine sabır ve şükürle ölümsüzlük kazandıran, geleceği de ilim ve hikmet sahibi merhametli bir Allah Teâlâ’ya “tefviz-i ümûr” ile havale eden mütevekkil bir mü’min, ne kadar mes’ud ve bahtiyardır. Hiç şüphesiz bu mutluluk ona imanın bir hediyesidir. çünkü burada söylediğimiz her söz, ancak inanmış bir insan için geçerlidir.
Onun için şiiri doğru okuma zamanı gelmiştir sanırım:
“Görelim Mevla neyler,
Neylerse güzel eyler.”