Bir Kürt Çocuğa Türkçe Eğitime Başlarken…
Bu makale “Kürtçe Eğitim Olmalı mı?” başlıklı yazı serisinin beşincisi…
Dilbilimci Jim Cummins (Toronto Üniversitesi/Kanada), eğitim dilinin önemini ve gerekliliğini vurgularken şöyle der: “Okuldaki eğitimde çocuğun anadilini reddetmek, çocuğu reddetmek demektir. İster doğrudan ister dolaylı bir şekilde olsun, çocuklara ‘dilini ve kültürünü okul kapısında bırak öyle gir’ deniliyorsa, çocuk en temel yapılarını, kimliğini o kapıda bırakıp okula öyle girer.”
Şu anda, Doğu’daki üniversitelerimizden birinde matematik doçenti olan Kürt kökenli bir dostumla konuşuyoruz:
- Bütün okulları birincilikle bitirdim. Töremiz ve aileden aldığımız terbiye gereği büyüklerimize karşı itaatkârdım. Verilen ödevleri zamanında ve en iyi şekilde yaptım hep. Dolayısıyla öğretmenlerimden azar işitmedim hiç, aksine aferin aldım. Ama bir defasında… Evet, ilkokul birinci sınıfta esaslı bir tokat yemiştim öğretmenimden.
- Tokat mı? Hem de esaslı!? Neden?
- Türkçe bilmediğim bir kelime yüzünden. (Aslında arkadaşım Türkçe eğitim sistemiyle okumuş ve doçent de olmuştu ama bu onun temel kültürünün yani Kürtlüğünün önüne geçememişti! Değil ilkokul öğrencisi iken doçentlik seviyesine geldiğinde bile bir Kürtün Türkçesindeki kelime sıralamasında, vurgularında bir Türk’e göre farklılık olabiliyor!.. Malum burada “Bilmediğim bir Türkçe kelime yüzünden” demesi gerekiyordu.)
- Hay Allah! Peki, neydi o kelime?
- Valla galiba “ata”nın “ced” anlamına geldiğini bilememiştim!
- Başka hatırladığın benzer şeyler var mı?
- Var. Mesela; kitapta “revani” yazıyordu. Yine tokadı yemeyeyim diye hemen sözlüğü açtım; “bir çeşit tatlı” yazıyordu karşılığında.
- Çok güzel, iyi sıyırmışın! (gülüşmeler) Peki öğretmenin kimdi? İsmini, cinsini, şeklini şemalini hatırlıyor musun?
- Valla ismini hatırlamıyorum. Yalnız, erkekti ve daha çok beden eğitimi dersine giriyordu!
- Yani?
- Yani, galiba esasen beden öğretmeni idi de Türkçe öğretmeni olmadığı ve kendisi de Türk olduğu için herhalde, Türkçe dersimize geliyordu!?
Bu sırada yanımızdaki, yine babası Kürt annesi Arap olan diğer dostumuz(Avukat ve öğretim üyesi) söze giriyor:
- Hocam ben de bir şey söyleyebilir miyim?
- Elbette, memnun olurum.
- Ben de bir gün öğretmenden fırça yedim.
- Sen kaçıncı sınıftaydın?
- Ortaokuldaydım.
- Seninki neydi?
- Kitapta “her kelime bir gereksinimden doğmuştur” diye yazıyordu. Parmak kaldırıp sormuştum: “Öğretmenim ‘gereksinim’ nedir” diye.
- Ne dedi?
- “Evladım ihtiyaç, ihtiyaç” dedi.
- Eee iyi, seninkinde pek bir şey yok; yani tokat, azarlama filan!
- Var hocam, var. Arkasından ben “öğretmenim madem öyle neden ‘ihtiyaç’ diye yazmamışlar” deyince…
- Anladım! Gerisini söylemene gerek yok ama bu yeni uydurma-Türkçe kelimeler sadece senin sorununuz değil! (gülüşmeler)
Yaşanmış ilginç bir örnek daha verelim: “Gece Türkçe konuşulabilir mi?!”
Eski asistanlarımdan biri; şimdi göz hastalıkları uzmanı. Son oftalmoloji Kongresinde bir araya geldik. Kendisini severim. Bir Türk kızı ile evli. Evlerine de gittim, mutlu bir yuvaları var; Allah afiyet versin. Sohbet ediyoruz:
- …cım, bugünlerde biliyorsun Kürtçe eğitim meselesini yazıyorum. Kısa yoldan sorayım; bu konudaki görüşün nedir? Ya da daha açık sorayım; nasıl bir şey istiyorsunuz? Bana bir model sunabilir misin?
- Hocam tabii ben eğitimci değilim. Böyle bir model sunamam ama bizzat yaşadıklarımı size anlatabilirim. Siz onları daha iyi değerlendirirsiniz.
- Tamam …cım, anlat bakalım.
- İlkokula gidinceye kadar tek kelime Türkçe bilmiyordum. Köyde, bizim ailede, etrafımızda konuşulmazdı çünkü, bilen yoktu. Okulda konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyordum. Bu sebeple ilk gittiğimiz gün kaçmak, eve gitmek, aileme sığınmak istemiştim. Ama nasıl gidecektim ki? İlk defa köyümden (mezra) ayrılmıştım. Yolu bile bilmiyordum… Okulda bir iki arkadaşım (Kürtçe konuşan) daha vardı ama… Korkuyordum; ya öğretmenin bana bir şey sorarsa, ya sınıftakilerin yanında benimle konuşmaya kalkarsa!? Nedense diğer Kürt çocuklarla da konuşamıyordum.
Neyse ki öğretmenimiz çok anlayışlı bir insandı; Çanakkaleli genç bir idealist. Bizle top oynayarak, işaret diliyle konuşarak, saçımızı okşayarak korkularımızı yendirdi bize. Türkçeyi sevdik, dört beş ayda konuşabilir olduk ama itiraf edeyim ki Türkçeden, edebiyattan eğitim-öğretim hayatım boyunca hiçbir zaman iyi not alamadım. Yanlış anlaşılmasın çalışmadım, çaba sarf etmedim değil… Matematikte daha başarılı oluyordum.
- O niye?
- Çünkü biliyorsunuz matematik daha çok sembollerle anlatılan bir ders. Yani Türkçe işin içine daha az giriyor.
(Değerli eski asistanım “nasıl bir şey istiyorsunuz” sorusuna bir cevap ver(e)memişti!)
….
- Peki başka? Şöyle daha çarpıcı bir şeyin yok mu?
- Var Hocam, olmaz mı?.. Köyde muzip bir adam vardı, akrabadan. Durup dururken sorular sorar, bizi zor durumda bırakmaktan keyif alırdı. Önce hoşlanmamıştık ama… Sonra biz de “bugün acaba ne soracak” diye merak eder olmuştuk, sormasını ister hale gelmiştik; her defasında bir şeyler öğrenmiş oluyorduk çünkü. Belki bu da onun bir öğretme şekliydi.
- Evet??!..
- Birkaç arkadaş bir gün yolda oynuyoruz. Ahmet amca denk geldi yine. Bizim arada Türkçe kelime konuştuğumuzu fark edince fırsatı kaçırmadı.
- Ne gibi?
- “Çocuklar siz Türkçe de konuşuyorsunuz galiba?!” dedi… Biz de yeni bir şeyler öğrenmiş olmanın gururuyla; Evet, “Türkçe öğrendik” dedik… “Peki, o zaman bir soru soracağım size” deyince Ahmet amca, biz de kendimize güvendiğimiz için “Sor” dedik hemen. Ama sorusunu duyunca söylediğimize pişman olduk: “Söyleyin bakalım çocuklar; gece Türkçe konuşulabilir mi?”
(Aslında bu cümlenin de ‘Türkçe gece konuşulabilir mi?’ şeklinde olması gerekirdi. Ama nihayette soran da bir Kürt idi! Yani Türkçe onun anadili değildi. ŞŞ) Şaşırıp kalmıştık. Gerçekten gece konuşulabilir bir şey miydi bu Türkçe? Cevabını vermek zordu bizim için, çünkü bu lisanı sadece okulda işitmiştik, yani “gündüz”. Akşamları ise evdekiler Türkçe bilmediği için hiç Türkçe konuşmamıştık!.. Kafamız karışmıştı. Ama bilen olsaydı… Acaba konuşulabilir bir şey miydi bu Türkçe?
- Yani Ahmet amcanız yine yapmıştı yapacağını!?
- Evet, Hocam, hem de nasıl!.. Böyle sıkıntılı bir durumdayken bir arkadaşımız “Evet konuşulabiliyor” dedi. Biz bu cevaba şaşırmış ve biraz da heyecanlanmıştık ama Ahmet amcamız sakindi; “Nerden biliyorsun?” diye karşılık verdi. “Biz Taşlıçayır’a (Ağrı’nın bir ilçesi) dünürlere gittiğimizde (bir Azeri ailesi olan halasının oğlunun dünüründen bahsediyordu,) karanlık olmuştu, ama Türkçe konuşuyorlardı” diye cevap verdi arkadaşımız!
Şimdi… Bütün bunlar şüphesiz ki kendi anadiliyle eğitim almayan bir çocuğun içinde yaşayacağı toplumla ilişkisinin çok da sağlıklı olamayacağının birer kanıtı. Çocuk yaşta ağır psişik travmalar yaşanıyor ve hayatın bir evresinde -çocuklukta, gençlikte ya da ileri yaşta- bir yerlerde mutlaka bazı defektler oluşuyor. Bunların en kötüsü, kanımca, ilk karşılaşma anlarındaki zihinlerde, gönüllerde, ruhsal dünyada yaşananlar; kalabalık içerisinde yalnızlık, aidiyet duygusunun yokluğu, yabancılık, özgüven eksikliği, kırıklık…
Bu örnekler aynı zamanda Cummins’in dil-kültür-kimlik ilişkisinde söylediklerini de doğruluyor. Yani bir dilin kelimelerini öğrenmekten öte bir şey bu, bir kültür meselesi; bildiğin yemeklerle donatılmış sofranın kenarına oturup karnını doyurmak, beslenmek, büyümek, tadını almak ya da yabancısı olduğun o sofrada bunların tersi! Teknik anlamda ise kelimeleri tanımak, eş anlamlılarını bilmek, onları cümle içerisinde doğru sıralamak, cümlenin eklerini-bağlacını, yüklemini koymak ve neticede kazandığı anlamı kavramak, konuşurken vurguları yerinde yapmak ve bunu kendi kültürünün anlamlar dünyasında bir yerlere yerleştirmek, kısaca hayatla bağdaştırabilmek meselesi.
Sonuç olarak çocuğun dili ancak yaşadığı kültür üzerinde gelişebiliyor; kimliğinin oluşması, bu dille yapacağı işler ve toplumla kuracağı ilişkiler de öyle.
Kısmet olursa haftaya konuyu bağlayacağız
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.