Derdimizi Biliyor muyuz? 1
Çok değil, daha yüz yıl kadar önce dünya iktidarını elinde tutan en güçlü devletlerden birisine sahiptir İslâm ümmeti. Bugünkü perişanlığımıza bakarak daha dün elimizdeki devleti nasıl kaybettiğimizi bir kere daha sorgulayıp, esbab-ı mucibesini mahkum etmeli değil miyiz?
“Bu da sorulur mu?” demeyiniz. Zira birçok insan vardır ki içinde bulunduğu hali bilmez. Ya alışmıştır derdine, farkında olmadan çeker gider. Ya da bir şekilde bağışıklık kazanmıştır ona, hastalık bilmez onu. Hatta bir çeşit bağ kurmuştur derdiyle, bir çeşit sevmiştir onu, bir türlü bırakmak istemez derdini. Niyazi-i Mısrî gibi der:
Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Bürhân sorardım aslıma aslım bana bürhân imiş.
Bunu şerh eden ehl-i hak der ki: “Dert zahiren sıkıntı ve zorluk demektir. Her işi bir hikmet üzerine olan hakkın işlerini bizler şer olarak adlandırmak ile kendi gafletimizi ortaya koymaktayız. Sonsuz hayır sahibi olan Allah (c.c) kullarına zulüm edici değildir. Bizler kendi nakıslıklarımızla sıkıntıları dert olarak adlandırıp bir üzüntü ve ümitsizlik içerisine düşeriz. Halbuki hakkın bütün tecellileri kullarını kemalata çekmek içindir. Bizler kıt olan anlayışımızla bunu anlayamamaktayız. Ancak arif olanlar eğer tam olarak teslim olurlarsa her tecellide hakkı seyir edip hiç bir şeyden mahzun olmazlar.”
Bırakın mahzun olmayı, dertlerinden lezzet almaya başlarlar. Hatta Hayalî gibi alemde ondan başka bir şey görmezler, bilmezler:
Cihân-ârâ cihân îçindedir ârâyı bilmezler
O mâhîler ki deryâ içredir deryâyı bilmezler.
Bu konuda anlatılan bir masal vardır ki pek meşhurdur : “Balıklar deryada sakin ve suhuletle yüzerken içlerinden birinin “su nedir?” diye sorması üzerine şaşırıp kalmışlar. Soru oldukça basittir. Ama yıllar yılı içinde sürekli yüzüp gezdikleri suyun hakikatini hiç biri bilemez. Bunun üzere araya araya balıkların pirini bulur ve ona sorarlar; “Ey pirim, üstadımız, bu su nedir, nicedir?”
Balıkların piri hiç düşünmeden “ben sudan başka bir şey görmüyorum ki onu size anlatayım” diye muammalı, esrarengiz bir cevap verir. Şair de “cihan içinde cihan ara, iç-içedir bilinmezler” derken adeta bir keşifte bulunuyor ve şu anda pozitif bilimin bahsettiği iç içe evrenlere işaret ediyor. Aslında fizik ötesi ilimde, yani din ilimlerinde sabittir ki; şu gördüğümüzden öte yedi kat göklerden bahsedilir. Bunların her biri farklı bir boyuttur ve zamanın akış hızı, mekanın kesafeti tamamen farklıdır. Bu yüzden birbirlerini göremezler, görseler de ulaşamazlar. Dünya hem kendi etrafında, hem de güneş etrafında hızla dönüyorken, biz içinde rahat rahat kahve içiyoruz, haberimiz var mı?
Bizim de bir atasözümüz var: “Baş yastığı baş derdini bilmez.” Öyle ya, insanın derdi içindedir, en yakını bile onu anlamaz. Onu ancak kendisi bilir ve doktora gider. Ya benim tansiyonum gibi kendisi de bilmiyorsa?
Bir hastayı sağlık ocağına götürdüm. Yanımda tansiyonunu ölçtüler. “Bir şikâyetim yok ama gelmişken bir de ben ölçtüreyim” dedim. Tansiyonu ölçen hemşire doğru doktora koştu. Beni çağırdılar, bir dil altı hap verdiler, bir sürü soru sordular, on beş dakika sonra bir daha ölçtüler. Ölçen hemşirenin gözleri faltaşı gibi açıldı ve bana perişan bir bakış attı.
- “Ne var? Kaç tansiyonum?” dedim.
- “Doktor söylesin” dedi. Doktora giderken yanımdaki hastaya cevap veriyordu, azıcık duydum. “23, 24… Adamın tansiyonu almış başını gidiyor.”
- “Ambülans ister misin?” dedi doktor. “Hemen acile gitmen gerek.”
- “Yok doktor bey, bu benim normal halim. Zerre kadar bir rahatsızlığım yok. Başka zamanlarımdan hiçbir farkım yok şu anda.”
- “Beni dinlersen hemen hocam seni gönderelim. Anlattığına bakarsan yarın sen bir uzman doktora hemen git derim.”
- “Peki, yarın inşallah. Bugün mesai bitti artık. Gitsem bile uzmanını bulamam.”
- “Tamam, ama yarın muhakkak git ama.”
Bugün halkımız da içinde bulunduğu ahvali bilmiyor. Ama bugün içinde yaşadığımız hayat bizim hayatımız değil. Yani bu devletin ve toplumun yaşadığı temel esaslar bizim değil. Bizim dinimizin ve medeniyetimizin devleti, yönetimi, hukuku, eğitimi, iktisadı, ahlakı, yargısı vs. tamamen gitmiştir hayatımızdan. Bunlar yürürlükte değil.
Yürürlükte olan yönetim batıdan taklit edilerek alınmıştır. Toplumu düzenleyen bütün kanunlar batılı kafirlerden kopyalanarak alınmıştır. Başına “Türk” kelimesi eklenen ne medeni hukuk, ne ceza hukuku, ne yargı hukuku, ne kamu hukuku Türkün değildir. Avrupalınındır. Onun kötü bir kopyasıdır. Kılık kıyafetimizden tutun, görgü kurallarımıza kadar batılıdır. Balıkların suda yaşaması gibi, yaşadığımız hayat, batılı ecnebilerin, kafirlerin hayatıdır. Biz Müslümanlar ile hiçbir alakası yoktur. Tamamen kafirlerin yaşadığı gibi yaşıyoruz, evet, kılık kıyafetimizden tutun, görgü kurallarımıza kadar…
Ama neden?
Neden onlar bizim gibi değil de, biz onlar gibi yaşıyoruz?
Bir insan bunu görmüyor ve sorgulamıyorsa, o ayakta uyuyan bir zavallıdan ibarettir. Bu zavallının ne dininden, ne dünyasından, ne derdinden, ne de devasından haberi yoktur ki deva arasın?
Bütün mesele önce bu uyuyanı uyandırmaktır, bu hastayı hasta olduğuna ikna etmektir. Gerisi sonra gelecektir.
Nasıl mı? Göreceğiz inşallah.