Vesayetsiz demokrasi
Demokrasi, seçilmişlerin aracılığının adıdır. Bu şimdilik böyledir. Aktif/eylemsel demokrasi insanlığa mâl olup sorumluluk bizzat bireyin kendine dönünceye kadar, bu böyle gidecektir.
Bakmayın siz Fukuyama’nın “Tarih, liberal demokrasi ile sona ermiştir.” falan demesine. Demokrasi, hayat tecrübesiyle kendini geliştirmek mecburiyetindedir. Gelişerek kendini mükemmele yaklaştırmak, demokrasinin tabiatinde vardır; o kendini geliştirecek gücü bizzat kendi yapısında bulundurur. Yani, demokrasinin mayası bizzat kendisidir.
Tıpkı bundan 200 yıl önce, monark dönemlerinde, demokrasinin insanlığa mâlolacağını kimsenin bilemediği gibi, bundan 200 yıl sonra, demokrasinin hangi aşamaya evrileceğini, bu konuya kafa yoranlar hariç, kimse bilemez.
Türkiye’de kör topal giden demokrasi, ikide bir müdahaleye maruz kalınca, kendi tabiatini kaybetti. Şimdi o kaybolanı bulmaya çalışıyoruz. Fakat Türkiye gibi, mutlak demokrasi geleneği eciş-bücüş olan ülkelerde, halkın gücünü vesayet altına almaya çalışan gruplar her zaman olmuştur. “Yüzde doksan beş oy alsalar bile, bizim dediğimiz olur.” diyen partizan cumhuriyetçilerin askerî-bürokratik-jakoben vesayeti, her zaman millî iradenin önünde büyük bir engeldi ve bu vesayetten kurtulmanın şafağı henüz söktü.
Partizan cumhuriyetçilerin vesayeti sona ererken, “tabiat boşluğu sevmez” mazmununca, boşluğu başka vesayetlerin doldurmasına müsaade edemeyiz.
Bugüne kadar yakındığımız vesayet, halka hesap vermeyen bir zihniyetin erk’i kullanmaya kalkmasıydı. Buna bir tür “atanmışların vesayeti” de diyebiliriz. Devlet gücünü ele geçirip halka hesap veremeyen hiçbir güç, legal ve demokratik değildir. Halkın gücünün tek temsil makamı millet meclisleridir. Gerisi, millî iradenin tecellisinin teknik uygulamasından başka bir şey değildir. (“Güçler ayrılığı” ukalâlığı yapmayın; bu konu zamanında Fransa’da da tartışıldı.Benim gibi düşünen bir sürü aydın vardı o zaman da.)
Devletin gücünü kullanan kişi, o gücü kullanmasının hesabını halka vermeli ve yasalar çerçevesinde oluşan hiyerarşinin dışına çıkmamalıdır. Yani hesabını, müteselsil bir şekilde, meclis aracılığıyla millete vermelidir; ideolojik, dinî, sınıfsal bağları olan gruplara değil. İktidarlar, bu tür güçlerin taleplerine oy kaygsıyla yaklaşırlarsa, bu bir tür oportünistlik olur ki, gün gelir bu güçler iktidarı da devirirler.
Devlet gücünü kullananlar, hesaplarını ideolojik, dinî ve sınıfsal bağı olan gruplara verdiği takdirde, bu devlet içinde ama devletin gücünün dışında bir güç oluşumu demektir ki, bunun bir türünü partizan cumhuriyetçiler 80 yıl kullandı.
Bundan iki buçuk yıl önce, bir konferans vermek üzere üniversitemize gelen Mustafa Armağan ile yaptığımız sohbette, konu tarih boyunca yaşadığımız vesayetlere geldiğinde, “askerî vesayeti bitirirken, başka vesayetlerin oluşması” tehlikesine dikkat çekmiştim. Bugünlerde yaşadıklarımız, yeni bir vesayet türünün, “bürokratik vesayet”in egemen olmaya başlamasının uç göstermesidir.
Temel mesele, devletin gücünün ve bütçesinin büyük olmasıdır. Devlet gücü ve bütçesi küçülür, etki alanı daraltılır; güç, aktif/eylemsel demokrasinin gereği, doğrudan halka verilirse, kimse devlet gücü üzerinden tüfek atamaz.
Meselâ üniversiteler.... Günümüzde, YÖK’ü ele geçirenler, Türkiye’nin yüksek öğretiminin tamamını ele geçirmiş olurlar. Osmanlı’da böyle değildi. Osmanlı’da her seviyedeki eğitim-öğretim işi, vakıflar, yani bizzat toplumun kendisi tarafından organize edilirdi. Toplumun tamamını ilgilendiren bir gücü, devletin eline verirsen, herkes o gücü ele geçirmeye çalışır.
Son olarak derim ki: Vesayetsiz bir demokrasi tesis etmemiz lazım. Bunun da yolu, başta merkezî bütçe ve kullanımı olmak üzere, devleti küçültüp sadece temsilî alanda güçlendirmekten geçer.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.