“Ziftlenmek” üzerine tarihten bir hikâye
Osmanlı asırlarında yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet, suiistimal gibi suçlar yaygın değildi. Böyle şeylerin konuşulması halkı dehşete düşürür, “Batacağız yahu, ne günlere kaldık!” dedirtirdi.
Nadir rastlandığı içindir ki, küçük bir yolsuzluk olayı asırları aşarak “ibret tablosu” gibi günümüze gelebilmiştir.
Hikâye şu…
Mevsim yaza devrilirken, Vezir Paşa köşkün her işine koşan kâhyasını çağırmış ve “Bir iyi usta bulup bizim emektar kayığı elden geçirin. Kalafatlayın, ziftleyin ve boyayın. Yaz geliyor, denize açıldıkta batıp ele-güne rüsvay olmayalım.”
“Hallederiz Paşa Hazretleri” diyerek temenna etmiş, Kâhya Efendi...
Aramış, taramış, Yahya isimli bir kalafatçı bulmuş. Vezir Paşa’nın kayığını kalafat ettirip güzelce ziftlemiş ve boyatmış. İş bitince de almış yanına Yahya Usta’yı, Vezir Paşa’nın huzuruna çıkmış:
“Kayığınız hazır Paşa Hazretleri, ne zaman isterseniz Boğaziçinde tenezzühe (geziye) çıkabilirsiniz.”
Vezir Paşa memnun memnun sormuş:
“Aferin köftehor! Peki bu iş bize kaça patladı?”
“On altına Devletlüm, benim hizmetim de cabası...”
Fiyatı çok yüksek bulan Vezir Paşa, öfkeyle yerinden fırlayıp bağırmış:
“Ne!.. bu kadar paraya bir kayık mı ziftlenir?..”
Çaresiz kalan Kâhya Efendi, korku dolu gözlerle önce Yahya Usta’ya bakmış, ardından da baklayı ağzından çıkarmış:
“Kayığı ziftlerken, bir miktar da ikimiz ziftlendik!”
***
Yeni olay doğruysa, “Amma da ziftlenmişler!” diyesi geliyor insanın…
Tabii her “ziftlenme”nin bedelini hepimiz ödüyoruz. Sadece hortumlanan bankaların faturasını değil, kaçak kullanılan elektriğin, işini doğru yapmayan belediye başkanının, vergisini ödemeyen iş adamının ve saatten geçirilmeyen suyun-doğal gazın da faturasını biz ödüyoruz…
Bu yüzden Avrupa’nın en pahalı suyunu, elektriğini, benzinini, doğalgazını biz kullanıyoruz… Tüm hizmetleri pahalıya mal ediyoruz.
***
Tarihçi Âşık Paşazade anlatılıyor…
Sultan II. Murad’a, artan savaş masraflarını karşılamak üzere, para lâzım olup Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’dan isteyince, Vezir Fazlullah Paşa, küplere binmiş: “Kul kısmından borç alınmaz!” diye âdeta çıkışmış Padişah’a, “Ahali (halk) sayenüzde zengincedur, malları-mülkleri çokçadur. Bir yolunu bulup ellerunden almak münasıptur. Böylece hazine tedariki yapmış oluruz.”
Sultan II. Murad:
“Bre Fazlullah!..” diye gürlemiş, “bu nasıl söz söylemektur? Bilmez misun kim bizum mülkümüzde üç helâl lokma var: Bunlardan birincisi madenlerumuzdur, ikincisi vergilerdur, üçüncüsü harp ganimetleridur. Bizum leşkerumuz gaziler leşkeridur kim kursaklaruna haram lokma girmez! Şol padişah kim leşkerine haram lokma yedurur, ol leşker harami (eşkıya) olur. Haraminin sebati yoktur. Bir küçük zorluk gördükte, firara kadem basar (zorluktan kaçar). Biz leşkerumuze haram lokma yedurmezuz! Söyledüklerun duymaz olam.”
İşte böyle: Osmanlı Padişahı ile vatandaşı, aynı duyarlılık içinde hayatın “helal” ile çerçevelenmesine dikkat ederlerdi. “Haram yiyen haramî olur” anlayışıyla “Haram”a yaklaşmazlardı. Belki bu yüzden hayatlarında kriz olmaz, darlık olmaz, geçim sıkıntısına düşmezlerdi.
Biz, çoktandır, “Haram yiyen haramî olur” anlayışından kopuk yaşıyoruz. Bu yüzden ortalığı “kırk haramiler” götürüyor!
Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.