Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Bir "Kişilik Analizi" ve Ah Büyük Usta Aahh!..

Bir "Kişilik Analizi" ve Ah Büyük Usta Aahh!..

Yılanların, çiyanların, arsızın, hırsızın, bekçinin, horozun, hacının, hocanın, kiracının, ev sahibinin birbirine karıştığı bu olağanüstü günlerde “Ben yazmıştım, gördünüz mü ne kadar haklıymışım?” demek için değil “bundan sonra da lazım olacağı için” (hem de daha çok) tekrar sütunuma taşıyorum bu yazıyı. Yoksa bugüne dair yazmak kolay, malzeme o kadar çok ki; yazılacak her şey de makale olur ama…

İsmini vermediğim bu şahıs o zaman Bakan idi… Şimdi ise… Dünkü hareketi ve açıklamasıyla, hiç söz konusu değilken, günün flaş isimlerden biri oldu. Bununla kendini siyasi hayatın çöp tenekesine atarken beni de analizimde bir noktada yanıltmış oldu. Doğrusu, herkes gibi, aklımın ucunda dahi değildi; ismi, cismi, özgül ağırlığı filan!.. Ama olsun, bir cümlede yanılmış olsak da bunu, Sayın Bülent Arınç’ın tabiriyle saflığımıza verin! 

Prof.Dr. Şaban Şimşek / 28 Mayıs 2012 / Habervaktim.com.

Tam da “Arenalar böyle aslan görmedi” denilen atmosferin yaşandığı güne denk geldi bu yazı. “Yani şimdi sırası mıydı” diyenler hatta “Sen de mi Brutus” diye içinden geçirenler olacaktır. Ama ne yapalım ki kaderimizin sahibi biz değiliz. Yani Levh-i Mahfuz’da ne yazılmışsa onu yaşıyoruz. Demek ki bu yazının tecellisi de buymuş...

Son zamanlarda biraz meyus, biraz özgüvenini kaybetmiş, biraz tedirgin olsa da (bu durum aldığı ağır eleştirilerle ilintili olsa gerek) genelde alışılmış “lider sultası altındaki” kabine üyelerinden çok daha cesur ve alabildiğine hoyrat. Bir yanıyla “doğuştan biçare” bir yüz ifadesi, diğer yanıyla “babadan ağa” bir edası var. Ya kendine çok güveniyor ya da arkasını sağlam zannediyor, birilerine yaslamış. Havayı bozmaktan, kendince zülfü yâr’e dokunmaktan, umuma aykırı düşmekten çekinmiyor. Hazırlıklı ya da hazırlıksız, ayaküstü veya masa başı, en hassas konularda dahi o an düşündüğünü, aklına geleni söylüyor, söyleyebiliyor.

Konuşmalarında sınır tanımıyor. Özellikle milliyetçi söylemlerindeki yiğitlenmeleri çok kontrolsüz; zamandan-mekândan uzak, gerçeklikten kopuk. Konu bütünlüğü, insicam her an kaybolabiliyor. Onu dinlerken, nerede durulacağı, nereye varılacağı bilinmeyen, sürprizlerle dolu tehlikeli bir yolculuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. Lakin dış görünüşte özgün bir irade, kararlı bir duruşun yansıması da yok değil.

Hal böyle olunca, tabir-i caizse iğne üstünde oturuyorsunuz onu izlerken. “Ahh, yine bir mesele çıkmadan, yeni bir soruna yol açmadan kazasız belasız atlatabilsek bunu da” diye dua etmeye başlıyorsunuz içinizden. Başkalarının gözünde aynı cenahtansınız ya, durup dururken yüzünüz kızaracak diye korkuyorsunuz. Ve sonunda “Bu işte bizim ne günahımız var” deseniz de olumsuz eleştiriler alıyorsunuz eşinizden, dostunuzdan, etrafımızdakilerden; yaralanıyorsunuz. Sanki işin sahibi, sorumlusu, yetkilisi sizmişsiniz gibi. İktidarın nimetlerinden olmasa da külfetinden nasibinizi (!) alıyorsunuz yani, elhamdülillah!

Gereksiz hamaset dolu cümleleri, hesapsız olmanın ötesinde alabildiğine acımasız da çoğu zaman. Sanki gönlünde hiçbir şeyin hicranı yokmuş gibi kolayca dökülüyor sözcükler dudaklarından. Bir kesimin hoşuna gidecek şeyleri söylerken diğerlerini ötekileştirmekten çekinmiyor. Bu hassas dönemde “gönül kırmak, vicdanları yaralamak, istemeden ayrılık tohumları ekmek” diye bir korkusu yok sanki. “Ben herkesin, oy veren vermeyen herkesin ve her kesimin; yetmiş beş milyonun Bakanıyım” diye düşünmüyor…

Kendisini tanımasam, iyi yürekliliğini, saygılı tavrını, özündeki sağlam hamuru bilmesem kızacağım ama kızamıyorum da. Zira basit, küçük bir olayda, bir duygusal bir anda bile gözyaşı dökebilecek bir ruhsal yapısı olduğunu biliyorum. Ama yine de “bilerek, isteyerek yapmıyor” diye de düşünemiyorum. Eeh ne de olsa oturduğu yer minibüsün şoför mahalli değil Bakanlık koltuğu!

İşini kendince layıkıyla yapmaya çalıştığı belli. Bunun en açık göstergesi toplantılarda duvar yazılarına bile dikkat etmesi! Haa okurken sağa sola yatıp kalkmak-doğrulmak zorunda kalması ise, tam da yazının önünde duran işgüzar memurun yediği haltın sonucu tabii ki! (O memur hala görevinde mi acaba?!) İfadelerinde, tespitlerinde doğrular da yok değil. Ama ardından öyle bir cümle sarf ediyor ve öyle bir noktaya geliyor ki konuyu o doğrular da arada kaynayıp gidiyor, anlamsızlaşıyor.

Bu sıralarda gülünç durumlar da olmuyor değil. Küçük düşüyor, O küçük düşünce, oturduğu makam, başında bulunduğu Bakanlık, üyesi olduğu Hükümet ve içinde bulunduğu siyaset kurumu da küçük düşmüş oluyor. Devlet adamlığının ağırlığı yok oluyor. Siyaset kurumuna hatta devlete olan güven sarsılıyor.

Dudaklarından dökülenler tembihle şuur altına yerleşmiş-yerleştirilmiş bir ezberin (1970’ler deki TV’ lere benzer) paket yayınları sanki. Düşüncesini mi dile getiriyor yoksa sahibinin sesini mi sufle ediyor, belli değil. Ama “Kurduğu cümlelerin sahibini sesine aykırı düşmediğine inandığını” söylemek mümkün.

Konuşurken teklemesi belki bu noktadaki bir endişeye matuftur, bilemeyiz. Bu haliyle Mesut Yılmazı andıran bir tarzı var ama ondan farklı olarak şiir de okuyabiliyor. Havasına girdimi tumturaklı cümleler kurabiliyor ve belli çevrelerde hatırı sayılır bir coşku yaratabiliyor. Hem Mesut Yılmaz’daki, bana hep sahte gelmiş olan o maske yüz de yok kendisinde. Yani tercih etmek zorunda kalsam, Allah için vallahi Mesut Yılmazı değil O’nu seçerim. Hiç olmazsa, üzerinde, içi dışı bir, kendi halinde mutat Anadolu insanının samimi görüntüsü var.

Muhakemesi sınırlı, murakabesi sıkıntılı gibi. Sanki kafası hep başka yerde, başka konularla meşgul, aklı dağınık. Gözlerinden süzülen, bakışlarından sezilen, mimiklerine yansıyan bir zekâ pırıltısı da pek algılanmıyor.

Bu durumda onu analiz etmek ve oradan bir sonuç çıkarmak gerçekten zor. “Yeni uykudan kalkmış ya da biraz baygın, azıcık sarhoş” desek de olmaz. Her zaman uykudan kalkmış olamayacağı gibi, öyle sarhoş olmak gibi kötü alışkanlıklarının olmadığını biliniyor çünkü.

“Neyse canım, bu da geçer desek” de mümkün değil. Çünkü kayıtlara geçen konuşmalarının yanında, artık giderek klasikler arasına girmeye aday haline gelen baş hareketleri, yüz mimikleri, vücut diliyle O tam bir Medyatik.

Masum bir görünümü var. Bakışları saf, temiz, ar sahibi, sadık, inanmış bir insan intibaı uyandırıyor. Öfkeli bir ifade, kindar bir bakış, şeytani bir derinlik yok yüzünde. Bu haliyle söylediklerini duymazsanız sevimli bile bulabilirsiniz onu. Art niyetleri olacak, kötü emeller besleyecek, gizli ajanda taşıyacak ve bununla zamanı geldiğinde birilerinin defterini dürecek bir insan gibi durmuyor. O yönüyle kötü adam değil yani. (Yanıldığım nokta burası ŞŞ) Hani yöresel bir tabirle, Rize’de söylendiği gibi “Allahlık” desek yeridir.

Bu tabir belki başka yörelerde kullanılan “kocaoğlan” kelimesini çağrıştırabilir ama tam karşılığı değil. Öyle algılanırsa hakaret etmiş olur, buna vesile olduğum için de üzülürüm. Olaya zamanından önce fiziksel gelişimini tamamlamış, ergin olmuş ama sezgin olamamış bir meyve, bir insan, bir figür olarak bakmak belki de en doğrusu.

Evet, “Bu adamdan bir kötülük gelmez, içi dışı birmiş gibi bir intiba veriyor” dedik ama söylemesek olmaz, bunun hemen arkasından da bir başka cümle daha geliyor dilimin ucuna: “Yahu iyi de, böyle bir adamdan, öyle ülke çapında bir beceri, bir hizmet de neşet etmez yani.”

Kültürel zenginliği var mı yok mu çok belli değil ama siyasi olgunluğu ciddi bir soru işareti. Eğer O, bir filmin afişine yazılmaya kalkışılacak olsa başrol oyuncusunun yerini alması imkânsız. Yine de yapımcı hata yapar, ismini en yukarılara taşırsa o film kesinlikle gişe yapmaz, eminim bundan. Ve sonunda hesap yapımcıya kesilir.

Son tahlil:
Pek bir şey bilmez, fazla bir şey beceremez gibi görünse de konuşmaya başladığında, çoğu konuda“malumat sahibi” olduğu anlaşılıyor. Sorun, bunlardan bir terkip yapıp uygun zamanda ve zeminde devreye sokmada. Kurduğu cümlelerde, bir sonrakinin bir öncekini anlamsız kılması, bir müddet sonra konu bütünlüğünü yitirmesi ve söylediği sözlerin nerelere varacağını kestirememesi kanımca sağlıklı bir durum değil. “Bu hâlinin, kendisi, partisi, milleti ve ülkesi için lehte bir durum olmadığını” düşünüyorum.

Son zamanlarda omuzlarına bindirilen yükün ağırlığı ve hemen her kesimden gelen eleştiriler (buna kendi partisi de dahil) onu daha da sağlıksız hale getirmiş durumda. Bu konuda uzman değilim ama kırk yıllık meslek tecrübemle söylüyorum ki ruhsal sıkıntısı derinleşiyor, gidişat iyi değil; hem kendi adına hem de partisi ve ülkemiz adına.

Aslında suçlayamıyor da onu. “Onun ne günahı var” desek ve onu af etsek, arkasından da “asıl günah…” la başlayan bir cümle ile devam etsek eminim ki bir anda haddimizi fersah fersah aşmış sayılır, önümüzü (bu kelimeyi sözün gelişi olarak kullanıyorum, yoksa siyasi ikbal peşinde koşmadığımı bir çok kez yazdım) hatta sadece önümüzü değil, arkamızı, sağımızı, solumuzu, yukarımızı, aşağımızı (!) da kesmiş oluruz!. Zaten bütün musibetler bu yüzden gelmiyor mu başımıza?

Ahh “Sayın Büyük Usta” ah. Allah aşkına çok mu aradınız, inşa etmek istediğin o kutlu mabede temel direk yapacağınız-yaptığınız bu kişileri-kişilikleri?..

Şimdi biz bu noktada ne diyelim ki. “Tek Adam”ların hariçten akıl kabul ettikleri pek görülmüş şey değildir ama hiç olmazsa “dua edebiliriz” diye düşünüyorum. Buna bir mani yok. Doğuştan gelen bir özgürlük bu çünkü. Biliyoruz ki duanın kabulü “Tek Adam”ların nezdinde değil Allah indinde olur.

O halde biz de duamızı edelim: Allah özellikle ve öncelikle “Tek Adam”ları sonra da hepimizi yanlıştan dönebilenlerin erdemine ulaştırsın, ferasetimizi arttırsın, encamımızı hayreylesin. Amin.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi