Yaşar Değirmenci

Yaşar Değirmenci

Dinimiz itidal dinidir!

Dinimiz itidal dinidir!

İtidalden uzaklaşmanın en ağır faturası, cemaatler arasındaki kardeşliğin zedelenmesidir. Allah’ı zikretmek için toplanılan meclisler, ‘Müslümanları tenkit hastalığı’na tutulanların toplantı salonu haline dönmüştür. Diğer Müslümanların eksiklikleri yahut nasıl bir sapıklık içinde olduklarını izahla geçirebilmiştir. Onların yerdiği taraf da onları yerenlerin yanlışlıklarını zikrederek âdeta tesbihat yapmışlardır. Bir tür, Müslümanların hatasını yakalama avına çıkılmıştır. ‘Kim ne kadar hatalı Müslüman bulursa...’ kampanyasına dönüşmüştür. Zaten siyasi bir zafiyet içinde kıvranan İslâm toplumu biraz daha erimiş, biraz daha enerjisini boşa harcamıştır Bu Ümmet, kitabı olan Kur’an’da Vasat Ümmet olarak adlandırılmıştır. İslâm, itidal ve adalet dinidir; vasat olmanın en tabii gereği ifrat veya tefritten kaçınmaktır. Kişinin kendisine veya çevresine zarar veren ve aşırılık olan her şey yasaklanmıştır. Bu zarar verme ifrat da olabilir, tefrit de. Aşırılık olan şey tabii değildir. İslâm ise fıtrat dinidir. İslâm; kolaylığı, insanlara kaldıramayacağını yüklememeyi tercih etmiştir.

Hal ve hareketleriyle, sözleriyle Müslümanlara zarar verenler, bir de verdikleri zararı ‘Allah için, din için’ gibi mukaddes kavramlarla bezeyerek yapanlar, iyi niyet taşımış olsalar bile iyi sonuçlara sebep olamazlar. Hz. Ali (r.a) gibi bir ismi öldürenlerin de ‘Allah için, Allah’ın dinine hizmet için’ öldürdüklerini hiç unutamayız. Bizim bir işi, ‘Allah için’ standardında görmemiz, meleklerin de onu Allah için yapılmış görmelerini ve öyle kaydetmelerini gerektirmiyor. Önemli olan da bizim nasıl adlandırdığımız değil, onların nasıl kaydedildiğidir. Kendi ürettiğimiz şartlar ve sonuçlar üzerinden kulluk yapmakla Allah’ın rızasını nasıl kazanabiliriz?

Aşırılığın bir boyutu -ki o boyut da siyasi boyuttan aşağı kalmayan sonuçlara sebep olmuştur- intisaptaki aşırılık boyutudur. İslâm’ın kendisine eşit (onunla özdeş) cemaat anlayışı büyük yaralar açmıştır. Bu aşırılık bazen cemaatin ilkeleri etrafında, bazen de cemaatin önderi etrafında kendini göstermiştir. Masum olmayan birinin yazdığı veya masum olmayan birinin söylediği, haşa âyet veya hadis muamelesi görüyorsa, vahiy ürünü olmayan bir kitaptaki ifadeler Kur’an gibi telakki edilebiliyorsa, çizgi çok aşılmış, tehlikeli bir seviyeye gelinmiş demektir. Bu durum, bu işin kendi adına yapıldığı isimleri bile ezip geçecek kadar mübalağalı (abartılı) hale getirilmiştir. Peygamberimizin bile nüzul sürecinde hadis yazdırmaması (vahyin yerini alır endişesi) bugün yapılanları daha iyi değerlendirmemizde çok önem arz etmektedir. Hiçbir kitap, hiçbir söz, Kur’an-ı Kerim’den, hadis-i şeriften daha muteber tutulamaz. Bu sadece aşırılık ve sonuçları kulluğumuz lehine yazılabilecek sonuçlar asla değildir. Biz buna fitne de diyebiliriz. Allah için Allah’ın mü’min kulunu öldüren, Allah için Allah’ın dininden soğutan, dinden atan ne kadar doğru bir iş yapmış olabilir? Ne zamandan beri, ne kadar çok insan cehenneme atılırsa o kadar çok sevap beklenir olmuştur?

İnsanların bünyesinde var olan aşırılığa meyletme kabiliyeti, genelde iki sebebe bağlı olarak yeşermektedir. Bunların birincisi, Müslümanların çaresiz kaldıkları, düşmanlarının bin bir hileyle onları ezdiği, iç düşmanlarla dış düşmanların beraber zulmettikleri dönemlerdeki reflekslerin sonucu olarak ortaya çıkan durumdur. İkincisi de insanlar üzerinde etki edebilecek imkân ve yeteneklere sahip olanların, akıbetini düşünmeden sarfettikleri sözlerin ve yazdıkları yazıların, bıraktıkları eserlerin sürüklediği kitlelerin oluşturduğu durumdur.

Bilhassa İslâm topraklarında dini, hayattan dışlayan anlayışın siyasi otorite hâline gelmesi ile bu aşırılık âdeta makul gerekçelere dayanarak büyümüştür. Sonunda da Müslümanlar, düşmanlarına kızıp kendilerine, öz ailelerine zarar vermeye kalkışmışlardır. Camisine küsen, bedenine zarar veren Müslüman, bu mantığı yansıtan Müslüman’dır.

Allah’ın azametine ve kudretine inanıldığı halde, her şeyin O’nun izni ile ve iradesi ile tecelli ettiği, dilediğinde Firavun’un sarayına Musa’sını yerleştirmeye muktedir olduğu bilindiği hâlde, küfrün karşısında teslimiyet halidir.

Üzerinde yüzbinlerce minarenin bulunduğu, ezanların okunduğu, insanların imanlarına göre nikâhlar kıyıp evlendiği toprakların ‘kâfir toprağı’ olarak görülmesidir.

Zaten var olan uçurumu biraz daha derinleştiren ve uçurumu kapatma umudunu eriten bu anlayış, pek çok insanın yıllarının heba olmasına, büyük bir enerjinin boşa gitmesine sebep olmuştur. Aynı camide namaz kılanlar, birbirlerinin imanından şüphe etmişlerdir. Bir grup da yanıbaşlarındaki camilere kilise gibi bakmışlar, camiye gitmemeyi ibadet olarak görebilmişlerdir. Öyle veya böyle kazanan şeytan olmuş, kaybeden Müslüman! Neticede ortaya, ılımlı İslâm, aşırı İslâm, orta hâlli İslâm gibi safsatalar çıkmıştır.

İtidalden uzaklaşmanın en ağır faturası, cemaatler arasındaki kardeşliğin zedelenmesidir. Allah’ı zikretmek için toplanılan meclisler, ‘Müslümanları tenkit hastalığı’na tutulanların toplantı salonu haline dönmüştür. Diğer Müslümanların eksiklikleri yahut nasıl bir sapıklık içinde olduklarını izahla geçirebilmiştir. Onların yerdiği taraf da onları yerenlerin yanlışlıklarını zikrederek âdeta tesbihat yapmışlardır. Bir tür, Müslümanların hatasını yakalama avına çıkılmıştır. ‘Kim ne kadar hatalı Müslüman bulursa...’ kampanyasına dönüşmüştür. Zaten siyasi bir zafiyet içinde kıvranan İslâm toplumu biraz daha erimiş, biraz daha enerjisini boşa harcamıştır.

Elbette İslâm’ı daha iyi yaşama, daha iyi cihat etme gibi bir yarış olacaktır, olmalıdır da. Allah’a daha yakın olma üzerinden bir yarış, Kur’an’ımızın emridir; bu yarış, daha iyisini yaparak ortaya konmalıdır. İtham ederek, çirkinleştirerek veya Müslüman’ı Müslüman olmayanlar seviyesinde görerek olmamalıdır. Bir değerin ihyası, değersizin üzerinden olamaz. Müslüman gündem belirleyen, olayların arkasındaki fikri yakalayan insandır.

‘Mahşerin provası’ olarak değerlendirilen Hac ve umre bizim toparlanmamıza vesile olmuyorsa, başka hangi vesile bizi kendimize döndürecektir? Ümmet okyanusunda bir damla olmak yetmiyor mu, bizi kesmiyor mu? Bu aidiyetin dışındaki aidiyetler okyanusun içindeki damlalar mesabesinde değil mi? Öte yandan, Kâ’be’sindeki namazı bile koruyamamış bir din anlayışı, orada bile bir arada olamayanların, namazda bile birleşemeyenler, insanlığı birleştirmek için gelecek nesillere ümitsizlikten başka ne verebilir? 

Dinimiz İslâm, kısır düşüncelerle ölçülemeyecek kadar büyük bir dindir. Kimsenin vazifesi de İslâm’dan olanlarla olmayanları ayırmak ve şüphelileri dışlamak değildir. Bu böyle devam ederse, Müslümanlar, dine göre cemaatten, cemaate göre din uçurumuna yuvarlanacaklardır. Her amelimizi Kur’an ve Sünnet ölçüsüne göre değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Olmazsa olmaz şart budur. Bedenlerimizin insan bedeni olduğunu unutamayız. Melek de değiliz, cin de... Acıkırız, yoruluruz, terleriz. İhtiyarlarız, hastalanırız. Bu bizim gerçeğimizdir. Sabaha kadar ibadet, bu bedenlerle yapılamaz. Aylarca orucu bu beden kaldırmaz. Ekmek kadar, su kadar morale muhtacız. Moralsizin dini için yapabileceği bir şey yoktur.

Neden bir mü’mine selam vermek büyük sevaplardan biri sayılmıştır? Neden mü’mine tebessüm etmek sadakadır? Neden eşler birbiriyle ilgilenirken sevap kazanıyorlar? Neden yolda zarar veren bir taşı kaldırmak bile imanın şubelerinden sayılmıştır? Bunlar düşünmeye değmez mi? Hepimiz bilerek veya bilmeyerek ifrat yahut tefride düşmüşsek, halimizi ‘Kur’an ve Sünnet ölçüsü’ne arz ederek mutedil ve müstakim çizgiye gelebiliriz. Bu ölçüyü de İslâm belirler. Kitabıyla, gönderdiği Peygamberiyle...

Sevgi ve

dostluk  Kavgayı, bir yaprağın üzerine yazmak isterdim...  Sonbahar gelince yaprak kurusun, dökülsün diye...  

  Öfkeyi, bir bulutun üzerine yazmak isterdim...  

  Yağmur yağınca bulut yok olsun diye...  

  Nefreti, karların üzerine yazmak isterdim... Güneş açınca karlar erisin diye... Dostluğu ve sevgiyi, yeni doğmuş tüm bebeklerin yüreğine yazmak isterdim...  Onlarla birlikte büyüsün, bütün dünyayı sarsın diye... 

Vahyin Dilinden

Onlar, Allah yolunda karşılık beklemeden, gönüllü harcarlarken, insanların ihtiyaçlarını görürken cahilce davranarak israf etmeyenler, ölçüyü kaçırmayanlar, saçıp savurmayanlar, cimrilik etmeyenlerdir. İhtiyaç görme, muhtacı rahatlatan, vereni sıkıntıya sokmayan, israf ile cimrilik arasında dengeli bir harcamadır.

25 Furkan 67. Âyet

Allah

Rasûlü’nden

İyâz İbni Himâr (ra), Rasûlullah’ı (s.a.v) şöyle buyururken dinledim, dedi:

“Cennetlikler üç gruptur. Bunlar:

Âdil ve başarılı devlet başkanı,

Yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olan kişi,

Ailesi kalabalık olduğu halde haram kazançtan sakınıp kimseden bir şey istemeyen adamdır.”

Müslim

Günün Sözü

AFV

Bir günah işlediysen, tevbe olsun yoldaşın,

Samimi ise tevben, afv eder Cenab-ı Hak.

Eğer ki hatasından pişmansa arkadaşın,

Sen de bağışla onu, küslük sürmesin nâ hak.

Adnan Büyüksoy Efendimiz’in Hayatından

Arkadaşını borçtan

kurtaran bir Peygamber

Rasûlullah (s.a.v) bir gazveden dönerken Câbir (ra) ile sohbet ediyordu. Câbir’in yeni evlendiğini, pek çok borcu olduğunu öğrenince, elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v) onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hz. Câbir Medine’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medine’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Rasûlullah’ın (s.a.v) yanına vardı. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan bir davranışla karşılaştı. Efendimiz (s.a.v) devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti.

Câbir (ra) şöyle der:

Allah Rasûlü devemin ücretini verdiği ve onu bana hediye ettiği vakit tanıdık bir Yahûdiye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Hayretler içinde kaldı ve;

“Demek devenin parasını verdi; sonra da onu sana hibe etti ha?!” dedi. Ben de “Evet” dedim. 

Bu alışverişte Efendimiz, Hz. Câbir’in durumunu düzeltmeyi hedeflemiş, alışveriş yapıyormuş gibi ona son derece müsamahakâr ve lütufkâr davranmıştır. Ka’bına varılmaz bu yüce zarâfet ve ahlâk, Müslümanları o derece duygulandırmıştı ki; olayın vukû bulduğu gece “Leyletü’l-baîr” (deve gecesi) ismiyle hatırlarda kalmıştır.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
12 Yorum
Yaşar Değirmenci Arşivi