Dinimiz itidal dinidir! 2
Her insanın sözünün, işinin doğru da olabileceğini, yanlış da olabileceğini kabul etmek, körü körüne kimsenin doğrulanamayacağını, Peygamber aleyhisselam dışında kimsenin masum olmadığını kabul etmek bir insaf göstergesidir. Başkasını da dinlemeye hazır olmak, gerektiğinde dinlemek, karşımızdakinin de doğru olabileceğini kabul etmek, doğru onda ise onu itiraf etmeye hazır olmak, muhatabımızın yanlışını konuşurken doğrularını itiraf etmek bir insaf göstergesidir.
İbadette de bir program olmalı, öncelikliler, önemliler ayrımı yapılmalıdır. Her şeyden önce farzlar gözetilmelidir. Ardından da kabiliyet ve imkânlar gözetilerek nafile ibadetlere yer verilmelidir. Nafilelerin farzların yerine oturtulması hata olduğu gibi, nafilesiz kalmak da hatadır. Güçlü bir irade ile ibadete devamlılık kazandırılmalı, ibadeti aksatmayı mazur görmek yerine ‘İbadetsiz olmaz!’ anlayışı benimsenmelidir.
İbadet ciddiyeti ve istikrarı da hiçbir şekilde aile ilişkileri başta olmak üzere, maişet temini, sosyal görevler ve cihat gibi alanları da kısmamalı, mazeret üretme sebebi olmamalı. Elbette, herkes için aynı seviyede ibadet beklentisi içinde olmamız da mümkün değildir.
Ashabı kiram başta olmak üzere Müslümanlar, kabiliyetleri ve önlerindeki imkânlar üzerinden Allah’a kulluk yapma azmi içinde olmuşlardır. İbadetin namazla, oruçla sınırlı olmadığını da bilerek davranmak gerekmektedir. Allah’ın rızasını kazandıran her şey ibadettir. Sılayırahim de, Emribilmaruf da, Cihad da bir ibadettir. Bunların tamamını kuşatan bir idrak içinde bulunulmalıdır ki İslâm’ın hayat tarzımız olduğu yaşanmış olsun.
İslâm’a kendisi gibi bakmalıyız. Sadece bir tarikat penceresinden, bir vakıf bülteninden, bir önderin izinden bakılacak kadar küçük bir alanda değiliz. İslâm, olduğu gibidir, Kur’an kadar geniştir. Hayatı kuşatmak için vardır.
Allah’a davet ifadesi bizim dilimizde dernekçilik, vakıfçılık, hocalık, yazarlık gibi isimlerle hatırlanabilir. Adı ne olursa olsun biz Allah’a davetle, Müslüman’ın dinini dert edinilmesini, dini için bir şeyler yapılmasını, insanların hidayeti için çalışılmasını kastediyoruz. Bir Müslüman, dinini ‘din görevlileri’ diye bir kadroya devredemez. Din herkesindir, herkes dininin görevlisidir. Aksi takdirde imanımızın en tabii icaplarından birinde ihmalkâr duruma düşeriz. Dinimiz için bir şeyler yapma arzumuz yani vakıfçılığımız, hocalığımız, yazarlığımız veya her neyi dinimize hizmet için yapıyorsak o, bizim aile düzenimizde, ibadetimizde, sosyal hayatımızda, şahsiyetimizde aksamaya sebep olmamalıdır. Bir yapıp bir yıkmayı, bir kaldırıp bir indirmeyi dine hizmet adı ile yapamayız. Allah’ın dinine hizmetle ferdî ibadetlerimizi birbirine ezdiremeyiz. Tâbiînden Muaviye bin Kurre’nin şu sözü ne kadar manidardır? ‘Bana, gece gözyaşı akıtan gündüz de tebessüm edeni gösterin.’
Allah’a davet adamı olmak, hiç gülmemek değildir. Dünya nimetlerinden kopmak değildir. Bilakis ahiret ile dünya arasında dengeli olmaktır. İnsanlara din hizmeti ulaştırırken onların içinde erimeyecek bir çizgi tutturmak da önemlidir. Aynı şey, insanlara önder olmakla şöhrete kurban gitmek arasında da vardır. İmam Şafii Hazretleri, talebelerinden Yunus’a nasihatlerinden birinde bu hassasiyet vardır: ‘Yunus! İnsanlara karşı kapalı olmak düşmanlık çeker. Onlara açılsan bu sefer kötü arkadaşların olur. Sen ikisinin arasında ol.’ Cihadı cihat olarak anlamak elbette, ölümü gördüğün her yere koşmak olamaz. Bilakis cihat, Allah için yapılması gerekeni yapmaktır. Bu, yeri gelir söz olur, yeri gelir infak olur, yeri gelir eylem olur, yeri gelir buğz olur, yeri de gelir vuruşma olur. Neyin ne zaman ve nerede gerekeceğini bilememek çıkılması mecburi bir cehalet bataklığıdır.
Selefi salihinin himmeti bizim standartlarımızı aşmaktadır. Bir yandan beş on çocuk büyütürken bir yandan da ülke ülke cihad veya ilim yollarında yürüdüler. Gündüzlerini bir işte, gecelerini seccadede geçirdiler. Zahit ama tok yaşadılar. Sılayırahimde kusur etmediler. Biz ise onca teknolojik fırsatlara rağmen ne ibadette, ne de sosyal münasebetlerimizde bir mesafe kat edebiliyoruz. Onlarla aramızda bir kıyaslama yapmamız bile çok zordur.
* Onların iş dünyası bizim iş dünyamızdan farklı idi. Onlar yaşamak için çalışıyorlardı ve yaşayacak kadar gerekli olan işleri yapıyorlardı. Biz ise âdeta iş için yaşıyoruz.
* Onların zamanlarında bir bereket vardı. Bu bereketi de hissediyorlardı. Biz ise bereketi kitaplarda okuyor, sohbetlerde dinliyoruz.
* Hayat tarzımızın getirdiği sıkıntılar, onların bilmediği, duymadığı şeylerdi. Bugünkü Müslümanın çocuk yetiştirme, çocuğunu çevreden koruma sıkıntısı, onlar açısından bu oranda yoktu. Onların çocuğu sokakta durduğunda, bizim çocuğumuzun sokakta durmasına göre daha rahattı. Medyadan reklama kadar pek çok alan, Müslümanı daraltmaktadır.
Bunun sonucu olarak da o zamanın Müslümanının akşam evine dönüşü ile bugünün Müslümanının akşam evine dönüşü aynı şartlarda olmamaktadır. Kadınların o zamanki dünyası ile bugünkü dünyası arasında büyük farklar vardır. O zamanın kadını doğurmak ve eşlik kalitesinde yarışmak için mücadele ederken, bugünkü Müslüman kadının doğurmama, eşini kendine karşı en azından denk hâle getirme mücadelesi veriyor, kocası için değil, dışarısı için giyinip süsleniyor. Sadece bu bile, durumun vahametini göstermeye yetiyor.
* Dünyevileşme hastalık hâlinden afete dönüşmeye başladı. Neredeyse dünya, bir kişiye yetmeyecek duruma geldi. Doymak bilmeyen, ebedî kalmaktan başka bir şey düşünemeyen insanlar olduk.
Uzun sözlere, lüzumsuz tartışmalara girmeden Peygamber Efendimiz’in izini sürebilir, O’nun sünnetini çağa taşıyabiliriz.
İfrat ve tefride düşmeden, makul, mutedil ve müstakim olarak…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.