Meşhur Arap Şairi Cahız’dan Kendini yetiştirme hatıraları
Basra’da 766’da doğmuş olan meşhur şair, edip, ilim adamı Cahız, yüz seneyi bulan ömrü boyunca durdurulmaz bir okuma aşkı içinde ilerleyerek sonunda aranan ilim adamı durumuna yükselmeyi başarmıştır.
Cahız’ın yüz yaşındaki ölümünün de evindeki üzerine devrilen kitap duvarının altında kalmasıyla gerçekleştiğini düşünürsek, nasıl bir kitap okuma azmi ve aşkıyla kendini yetiştirdiğini düşünebiliriz. Basra’nın yoksul ailesinin bu çirkin görüntülü çalışkan gencini bir ara Abbasi Halifesi Mütevekkil, çocuklarına öğretmenlik yapması için sarayına davet etmiş, ancak kendini görünce, ‘ne kadar da çirkinmiş yahu’ diye mırıldanarak bir miktar ihsanda bulunup hemen geri göndermişti. Cahız, gerçekten de yoksul bir ailenin çirkin yüzlü, patlak gözlü çocuğuydu. Asıl adı (Ebu Osman) olmasına rağmen Cahız diye isimlendirilmesinin sebebi de bu çirkinliğiydi. Cahız, patlak gözlü, çirkin yüzlü demekti.
Gariptir ki baştan kendisini Cahız diye aşağılayanlar daha sonraları ilmi ve edebi sohbetlerini dinlemekten kendilerini alamaz oldular. Önce bir iki dakikalık kulak misafiri olmayı düşünürler, sonra da Cahız hayranı olup çıkarlardı. Cahız’ın kendini yetiştirme azminde olan gençlere örnek olan tarafı da, fakirliğinden ve çirkinliğinden asla komplekse girmemesi, kendini yetiştirme şevkini asla yitirmemesiydi. Bu durumunu şöyle yorumluyordu kendisi:
-İnsanın fiziki görüntüsü kendi eseri değildir ki, çirkinliğinden dolayı üzülsün, güzelliğinden dolayı da kendine haksız pay çıkarıp gururlansın. Kaldı ki Allah insanın dış görünüşüne değil iç oluşuna bakarak hüküm verir! Önemli olan da insanı Allah’ın beğenip takdir etmesidir.
Bu anlayışla Cahız, kendine ait olmayan fiziki görünüşüyle zihnen hiç meşgul olmamış, iradesi içinde olan kendini yetiştirme çalışmasına hız vererek tarihe geçen bir ilim adamı olmayı başarmıştır.
Cahız’ın fiziki mahrumiyeti sebebiyle başına gelenleri, bizzat kendisi açık seçik rahatça anlatmasından da anlaşılıyor ki, kendinden çok emin ve komplekssiz yaşamış öğrencilik hayatı boyunca. Nitekim maruz kaldığı birçok aşağılayıcı olaylardan birini de yine kendisi tebessüm ederek şöyle anlatır:
Bir gün yolda giderken yaklaşan bir çocuk ‘amca ne olur birazcık benimle gelir misin?’ diyerek elinden tutup çekmeye başlar. Cahız, çocuğu kırmadan birlikte birazcık yürüdükten sonra bir dükkan kapısında duran çocuk, içeri girip resim yapan adama seslenerek ‘işte bunun gibi!’ diyerek ortadan kaybolur. Cahız bundan bir şey anlamaz da ressama sorar. Ressam da durumu şöyle açıklar:
-Bu çocuk biraz önce bana geldi, bir şeytan resmi yapmamı istedi, ben de görmediğim şeyin resmini nasıl yapayım, dedim. O sırada dışarıda sizi görünce koşarak yaklaşıp elinizden tutarak buraya getirdi, işte bunun gibi yap, diyerek çıkıp gitti!
Ünlü şair ve ilim adamı sıkça karşılaştığı bu gibi aşağılayıcı misalleri anlatırken bile asla küçüklük duygusuna kapılmaz da değerlendirmesini hep şöyle yapardı:
‘-Ne yapayım, bu görüntüler benim eserim değil ki onunla kendimi aşağılayayım da küçüklük hissine gireyim. Ne gözlerimi ben oydum, ne de yüzlerimdeki çukurlar benim eserim. Ben bana ait olmayan yaratılışımla kendimi sorumlu tutmam! Kaldı ki, Allah yarattığı kulunun dış görünüşüne bakmaz, iç oluşuna, amel ve niyetine göre değerlendirir’ diyerek sürdürdüğü sözlerini şöyle bağlardı:
- Gençler kendilerine ait olan konulardan kendilerini sorumlu tutsunlar, kendilerine ait olmayan Allah’ın yarattığı fiziki görüntülerinden komplekse kapılıp da başarılı adam olma ümitlerini zayıflatmasınlar. Gençken sarayda benim yüzüme bakmaktan kaçınan sultanlar bile sonraları beni ısrarla saraya davet ederek ilmimden ve itibarımdan istifade etme ihtiyacı duydular. Kendini yetiştirmek isteyen gençler, hayatın baştan böyle çıkılacak imtihan basamakları bulunduğunu unutmasınlar!
Isıtılan Yatak
Anlatacağım dillere destan olmuş bir aşk hikâyesi değil. Maşukuna kavuşmak için ne Ferhat gibi dağları delmiş ne de Leyla’sı için çöllere düşmüş bir adamın hikâyesi bu. Basit, sıradan, yalın mı yalın, ihlas ve samimiyetle, en çok da merhamet ve şefkatle örülmüş bir kalbin, tefessüh etmemiş bir vicdanın, aklıselim bir adamın hikâyesi. Adamla kadın görücü usulüyle evlenmişler. Adam kadını beğenmiş, kadın da adamı. Öyle yıllarca birbirimizi görüp görüşelim de tanıyıp bilelim zırvalığına kapılmamışlar. Aşka falan da kafayı takanlardan değillermiş. İkisinin de ilk görüşmede içleri ısınmış birbirine, bu bize kafi diye düşünmüşler. Zaman şimdiki gibi çoğu evin kaloriferli olmadığı, sobayla ısınıldığı zamanlar. Her odada ayrı bir soba yanmıyor. Çoğunluk sadece oturma odasında soba var. Bir odadan diğerine geçince zannedersiniz Sibirya’ya ayak basıyorsunuz. Mutfak ise yanan ocağın, pişen yemeklerin buğusuyla ısınıyor. Odaların zemini derseniz, şimdiki gibi terliksiz yere basmak ne mümkün. Kadın narin mi narin, zarif mi zarif. Maharetli, becerikli, on elinde on maharet. Kocasına bağlılığı her geçen gün artıyor. Kocası öyle çok konuşan, duygularını pek belli eden biri değil. Konuşuyor da az konuşup öz konuşuyor. Ama karısını dinlerken bir görün onu. Karısının ağzından dökülen inci taneleri de onları topluyor zannedersiniz.
Kadın kış aylarını hem seviyor hem sevmiyor. Kadının bir huyu var. Soğuğa tahammülü neredeyse sıfır. Ayazlar başladı mı, kat kat giyinir. Sarındıkça sarınır giysilerine.
Ama kadın kış aylarını bir yandan da çok seviyor. Hatta yaz aylarında, kış aylarını özlediği bile oluyor. Dedim ya, zaman çoğu evde sobaların yandığı, kaloriferle ısınmanın yaygın olmadığı zamanlar. Adam, yatma zamanı gelince karısının suratının abus bir hale geldiğinin farkında. Buz kesmiş yatak odasında hele yorganın altına girmek kadın için büyük dert. Adam, nakş-ı şefkatle bezendiğinden, duyarlı, düşünceli. Karısının soğuk yatağa girmekten hoşlanmadığını biliyor. Ondan önce soğuk yorganın altına giriyor. Bir müddet kalıyor. Yatak ısınıyor ve karısını “Gel hanım, yatak ısındı,” diyerek çağırıyor.
Kadının iç âlemini bir düşünün. Bu küçük fedakârlıkta saklı mananın derinliğinin idrakinde kadın. Kadın, sevildiğini hissediyor, değer verildiğini hissediyor, önemsendiğini hissediyor. Kadın, daha derin bir marifetin idrakinde; adamın bu şefkatinin Sonsuz Şefkat Sahibi’nin şefkatinin bir tecellisi olduğunun. Adam, elli yaşında ölüyor. Sekte-i kalpten. Kadın, geri kalan hayatında kışları artık soğuk yatağa giriyor. Ama her yatağa girdiğinde otuz yıl hayat arkadaşlığı yapmış bu merhametli adama Fatiha okuyarak günlük hediyesini yollamadan uykuya dalmıyor. Adam da berzah âleminde yaşarken, karısının Fatiha’yı okumayı bitirdiği anda bir rayiha hissediyor. O rayihayı hisseder hissetmez karısının yattığını anlıyor. Biraz sonra da zaten melekler Fatiha hediyesini adama sunuyorlar.
(Mustafa ULUSOY)
Dil üzerine bir hatıra
Paris’te metroda Hâlid Ziyâ ile Hamdullah Suphi birbirlerine rastgelmiş, bir hayli konuşmuşlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelmiş, mazur görülmesini rica ile kendisinin dillerin musikisiyle alâkadar olduğunu ve hangi dille konuştuklarını sormuş. Türkçe olduğunu öğrenince, şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna de pek mütehassis olduğunu söylemiş. ‘Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor, zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için ne uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!’ demiş.
Bugünkü Türkçe, tarih içinde kazandığı bütün incelikleri ve ses zenginliklerini geride bırakmıştır. Artık konuştuğumuz Hâlid Ziyâ’ların, Hamdullah Suphi’lerin âhenkli Türkçe’si değil, ağzımızda geveleyip kekelediğimiz kulağa hoş gelmeyen bir Türkçe’dir. Maalesef!
Yahya Kemal’in “Bu dil, ağzında annemin ak sütüdür” dediği güzel Türkçemiz üzerine gereken hassasiyette durmalıyız. Yol işaretleri değiştirilirse, trafik ne hale gelir? Telefonda yanlış bir rakam çevirseniz, karşınıza bir başkası çıkar. Karmaşık bir işaret sistemi olan dil de öyle. “Halkımıza, edebiyatımıza, kültürümüze mal olmuş kelimeleri niçin atmak ve yerlerine uyduruklarını koymak istiyorsunuz” sorusunun cevabı yok. Bulduğunuz daha mı güzeldir, daha mı ifadelidir, nedir?
Hayat, Millet, Nesil, Kelime, Cümle, Vicdan, Şuur, Hürriyet, Medeniyet, Kader, Sebep, Cevap, İmkân, Şart, Edebiyat, Mısra, Hikâye, Haysiyet, Şeref, Namus, Zekâ, Akıl, İrâde, Vazife, Hizmet, Madde, Mânâ, Târif, İspat, İddia, Tesbit, Teşhis, Mesken, Misâfir, Hâtıra, Hâfıza, Rüya, Hayâl, Mesele, Teşkilat, Şâhit, Delil, Beraat, İtiraz, İmtihan, Gaye, Hedef, İhtimal, Tesir, Fayda, İsraf, İnkâr…
Yukarıdaki kelimeler kimseyi rahatsız etmemeli.
İtiraza idam cezası
Ali Fuat Cebesoy, Atatürk’e suikast davasında idamla yargılananlardan biriydi. İdamlıklar ayrıldıktan sonra İzmir’de bir ambara tıkılmıştır İstiklal Savaşı’nın anlı şanlı generalleri. “Herkeste bir şaşkınlık hali vardı” diyor ve devam ediyor Cebesoy:
“Hepimiz perişan olmuş bir ruh hali içinde idik. Omuzlarımız âdeta çökmüştü. Ağzımızı bıçak açmıyordu. Büyük bir felaketten kurtulabildiğimize inanamıyorduk. Bir aydan beri paşa rütbesine yükselmiş şerefli birer asker oluşumuz, teşrii masuniyetimiz (dokunulmazlığımız), mazideki hizmetlerimiz, şahsiyetimiz, hepsi hepsi unutulmuştu. Şerefsiz, adi, hakir bir mevkie düşürülmek isteniyorduk.”
Mahkemede adaletin a’sının dahi olmadığını belgeleyen çarpıcı bir olaya da tanık olmuştur Cebesoy. Milli Mücadele’nin kahramanlarından İsmail Canbulat ile Halis Turgut, kendilerine verilen 10’ar yıl sürgün cezasına itiraz etmeye kalkmışlar. Cebesoy fazla kurcalamamalarını söylemiş. “Hakkımızı arayacağız!” demişler. “Töhmet altında yaşayamayız.” Biraz sonra mübaşir çağırır kendilerini savunmaları için. “Hışım gibi kapıya doğru atıldılar” der Cebesoy. Ertesi sabah merakla iki kader arkadaşını aramaktadır gözleri. Kendisi o iç yakıcı sahneyi şöyle anlatır:
“Buz gibi bir şey başımdan aşağı dökülmüştü. 10 sene sürgün cezasının ağırlığına tahammül edemeyen ve bunun için tekrar mahkemenin huzuruna çıkan bu iki arkadaşa verilen yeni ceza korkunçtu: İdam.”
60 yıl kadar önce yayımlanan kitabında M. Philips Price, “Türkiye’nin hizaya getirilmesi için bir süre bir diktatöre ihtiyacı olduğu iddia edilebilirdi. Fakat Türkiye tarihinin bir dönemini kirleten bu gibi şahsî intikam fiillerine ihtiyacı yoktu” diye yazıyor ki, İstiklal Mahkemeleri’nin bir intikam aracı olarak kullanıldığına berrak bir ışık tutmuş oluyor. (Mutafa Armağan)
Şiir Defterimden Yorgunum / Yorgun
..tek dünyalılar, koymadınız mı sepetinize
benim gibi, ötesi için azık?
..bir de; sinemde kurşunu sevdamın,
vurgunum, vurgun...
..yaşanmış anların çöplüğünde
kalmış ahlara-vahlara yazık!
..’dağların çekemediği yükü’ çekmekten
yorgunum, yorgun...
Kenan Mim Eryiğit
Tadil-i erkâna riayet
Namazlarda tadil-i erkana riayet, İmam Ebu Yusuf’a göre bir rükun olduğundan farzdır. Bundan maksad, namazın kıyam, rüku ve secde gibi her rüknunu sükunetle yerine getirmek ve bu rükunları yaparken her uzuv yatışıp hareket halinden beri bulunmasıdır. Örnek: Rükudan kıyama kalkarken vücud dimdik bir hale gelmeli ve sükunet bulmalı, en az bir kere “Subhanellahi’l-Azim” diyecek kadar ayakta durup ondan sonra secdeye varmalıdır. Her iki secde arasında da böylece bir tesbih miktarı durmalıdır.
Tadil-i erkan, İmam Azam ile İmam Muhammed’e göre vacibdir. Bu iki ayrı görüşten birincisine göre tadil-i erkan yapılmaksızın kılınan bir namazı yeniden kılmak gerekir, ikinci görüşe göre ise, tadil-i erkanı terkten dolayı yalnız sehiv secdesi gerekir. Fakat böyle bir namazı yeniden kılmak daha iyidir. Böylece insan, ihtilaftan kurtulmuş olur. Ayrıca kerahetle kılınan namazları da yeniden kılmak vacib görülmüştür.
Namazdan manevi haz duyanlar, namazda tadil-i erkana riayet edenler, acele etmekten sakınırlar. Acele etmeyi saygıya ve edebe aykırı görürler.
Hayatın en yararlı ve en kıymetli saatleri, ibadetle geçen zamanlardır. Boş yere veya kısa bir yarar uğrunda zamanlarını harcayan insanların namaz gibi yüksek bir ibadetten, devamlı bir mutluluk yolundan ve ilahi huzurun zevkinden mahrum olmamak için çalışmaları pek garip ve acınacak bir hal değil midir?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.