Bu gidiş nereye?
“Kardeşlik” duygusundan öylesine uzaklaştık ki, Allah düşmanlarına yöneltilmesi halinde “ibadet” sayılabilecek “adavet” (düşmanlık) hissini bile bir birimize karşı kullanıyoruz.
“Dindar”lığımız arızalı!
Dini duyarlılıklarımızı tümüyle kaybetmesek de, hassasiyetlerimizi önemli ölçüde yitirdik… O boşluğu “dünya” doldurdu: Eskiden “teferruat” saydığımız siyaset farkı yüzünden bir birimizi tam yüreğinden vuruyoruz!
Eskisi kadar dikkatli, rikkatli, şefkatli, hamiyetli, müsamahakâr değiliz… O kadar ki, “ötekiler”e gösterdiğimiz “müsamaha”yı din kardeşlerimizden esirgiyoruz: “Nur”la “nar” (ateş) bir birine karıştı!
Eskisi gibi İslâmî kavramların üstüne titremiyoruz. Dini siyasete, ticarete ya da herhangi bir dünyeviliğe alet etme ihtimali yüreğimizi ürpertmiyor, ruhumuzu titretmiyor.
Kısacası dostlar, dünyevileştik! Dünyevileştiğimiz ölçüde de sertleştik. Amaca ulaşmak için kullandığımız araçların da “meşru” olması kuralını çiğnedik.
Biz de “Amaç için her türlü araç mubah” algısındayız. Kaç mü’mini incittiğimiz, kaç imanlı yürek üzerinde tepindiğimiz artık önemli değil!
Bizim hayatımız da artık “üretim-tüketim” kıskacında: Her şeyi belirleyen öncelikli değer bizde de “para”…
Bizim açımızdan da “moda” çok önemli bir kavram; “lüks” bizim için de hayatın gerçeği; “marka”, bizde de tutku…
Artık gelsin defileler, beş yıldızlı ve de yaldızlı tatiller, lüks otomobiller, villalar, köşkler…
Biz de çoktandır marka giyiyor, görkemli arabalara biniyor, gururla yürüyor, alt tabakalara tepeden bakıyor, enaniyetimizi büyütüyoruz.
Yanlış anlaşılmasın, helâl yoldan kazanılmış imkânların getirisini yaşamak elbette “dindar Müslüman”ın da hakkı, elbette “Allah verdiği nimetleri kulunun üstünde görmek ister” (hadis); ancak “gösteriş” ve “gurur” aracı yapılmaması şartıyla: “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf etmeyin” (Buharî, Libas 1; İbnu Mace, Libas 23) ölçüsü içinde kalınarak...
Soru şu: Varlıklı Müslümanlar bu “ölçü”nün neresindeyiz? Eskiden ahrette kavuşacağımıza inandığımız tüm nimetlere fani dünyada ulaşmayı kafamıza koymuş gibi itişip tepinerek makam-mevki elde etmeye ve para kazanmaya çalışmıyor muyuz?
Buna rağmen yine de mutsuzsak, bilin ki bu, gönül dünyamızdan uzaklaşmayla ilgili bir mutsuzluktur.
Cebimiz dolduğu ölçüde sanki ruhumuz boşalıyor. Hassasiyetlerimiz “zamanaşımı”na uğradı: “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” dedik, yüreğimize bir tekme salladık!
Güçlendik, ama elde ettiğimiz gücü bir birimizin üzerinde denemeye başladık: “Gör bakalım el mi yaman, bey mi yaman?..” havasına girdik.
“Pozisyon gereği” Batılılaşıp laikleştik. Alacağımız son pozisyonun toprağa yanak dayamak olduğunu bile bile dikkatimizi maddiyata kurban ettik.
Her yanlışın mazereti de hazır maşallah: “Politikacı olarak mecburum efendim...”
“Sanatçı olarak mecburum, efendim...”
“İşadamı olarak (ya da iş kadını) mecburum, efendim.”
Kendimizi mazur görmek ve göstermek için uydurduğumuz bir dizi “mecburiyet”, her durumda “Müslüman kalma” mecburiyetimizin önüne geçti. Hayatımızı artık “yeni mecburiyetler” belirliyor.
Sormak lâzım: Bu gidiş nereye?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.