En derin yaramız..?
Bu öyle bir yara ki ruhlara işlemiş; imanımızı zayıflatıyor, vücudumuzu hasta düşürüyor. Kişisel ilişkilerden kurumsal olanlara, gündelik işlerden devlet katındakilere, inanç gruplarından halklar ve devletlerarası münasebetlere kadar her yanımızı sarmış. İlaç niyetine, muadili de yok.
Bir ince hastalık bu, verem gibi; ciğerlerimizi çürütüyor. Bir an bile rahat nefes aldırtmıyor bize; kanımızı donduruyor, tenimizi solduruyor. Çukurlara kaçıyor gözlerimiz, tâkatımız yok, keyfimiz sıfır. Kurbağalar gibi ölgün bakıyoruz dünyaya. Ayağa kalkıp tek adım atamıyoruz. Kimse de kolumuza girmiyor, bulaşma riski var çünkü!? İştah desen, nafile; sadece birbirimize cevap yetiştirmek, diş bilemek, kanlı balgamlar tükürmekte mevcut. Mikrobun yiyip bitirdiği bedenimizde, kalan kuvvetimizi de buralarda tüketiyoruz!
Oysa nimetler ortada; Allah her şeyi vermiş, hem de gani gani. Sevmek, sevilmek, paylaşmak, gönül huzuru içerisinde özgürce yaşamak ve bütün bunlar için Allaha şükretmek varken..!?
Velhasıl tanınmaz haldeyiz dostlar!..
Bu yara; “ölümcül bir yara”, müsebbibi görünmez bir virüs; “güvensizlik”, hastalığın adı ise; “güven sorunu.”
Bununla yaşamaya devam edersek korkarım, dünyevi anlamdaki kayıplar bir yana, manevi bağlamda da doğru dürüst bir imtihan veremeyeceğiz!..
Hangi imtihan mı bu?.. Hani inancımıza göre bu dünyaya onun için gelmiştik ya!? Ve de imtihandan geçmek için bir yol (İslâm), bir peygamber (Muhammed-ül Emin) seçmiş ve ona ümmet olmuştuk ya!? işte o imtihan!..
Şimdi… Sanki bu dine girerken “selâm” ve “emin” sıfatlarını hiç idrak etmemiş ya da etmişiz de sonradan külliyen unutmuş gibiyiz!.. Selamlaşmayı (hususi manasında) kesmiş ve birbirimizden de hiç emin değiliz; Müslüman’ım diyen insanlar, yani bizler için ne kadar kötü?..
…Yeni yılın ilk sabahındayım. Güneş henüz neşet etmemiş ufukta. Belli ki zamanı gelmemiş; “doğ” emir olunmamış ona… Hoş zamanı gelse de yüzünü gösterecek hali yok ya! Hava kapalı, maviden yoksun gök bugün. Bulutlar sözbirliği etmişçesine yekvücut olmuş yeryüzüne çökmüşler sanki. Ufkumu karartıyorlar; insanımızın, milletimizin, ülkemizin geleceği gibi.
Velhasıl yeni yılın bu ilk gününde şafak sökmüyor, gülümsemiyor bana güneş. Ve ben “şimdi ne yazayım?” düşünceleri içerisindeyim. Daha doğrusu “hangisini yazayım?” çıkmazındayım. Zira sorun, yazacak konu bulmakta değil!
Bazen “hiçbir şey yazmayayım, yazmasam ne olur ki” ya da “Yazıyorum da ne oluyor ki” dediğim de olmuyor değil! Belki de son yaşanan olaylarla örselenen duygularımın, insanın insana, Müslüman’ın Müslüman’a yaptıklarıyla kırılan kalbimin beni alıp götürdüğüi bir iklim bu, bilemiyorum. Tabir yerinde ise yeislerdeyim; umutsuzluktan doğan bir karamsarlık var içimde, üzgünüm.
Hariçten dahile esen rüzgarlar bir yaprak gibi koparıyor insanı dalından; savuruyor bir yanlara, küstürüyor hayata. Düşünceler silikleşiyor, duygular derinleşiyor, aklın önüne geçiyor… O zaman köklerine dönmek, daha çok “kendinin” olduğu bir yerlere gitmek istiyor insan.
Bende de öyle oldu; ruh halim aldı ve pek sevdiğim bir Karadeniz türküsüne sürükleyiverdi beni:
Gökteki yıldızlar sayarum elli elli
Bu dünyayi kaybettuk öbüri de şüpheli
Ama sonrasında, “mademki Allah var, öyleyse keder de olmamalı”. “Müslümana ümidini yitirmek yakışmaz” düşünceleri doldu içime ve “görelim Mevla neyler, neylerse güzel eyler, hele bir Bismillah diyelim başlayalım, bakalım yazı bizi nerelere sürükler” dedim kendi kendime… Rahatladım, tereddütleri attım üstümden ve oturdum bilgisayarın başına.
Kara bir delik gibi herkesi içine çeken malum günlük gelişmelere kendimi kaptırmamakta kararlıyım. Bunu onları önemsiz bulduğum ya da hiç değinmeyeceğim anlamında söylemiyorum; tam aksine.
Mesele çok derin, sadece bugünümüzü değil yarınlarımızı da içine alacak kadar şümullü ve istisnasız hepimizi ilgilendiriyor. Konuyu kökünden ele almazsak, etmenlerini, katmanlarını, zamanını, zeminini, merkezini, etrafını her yönüyle ortaya koymazsak olmaz. Zira yaranın sadece görünen kısmını tarif etmek ve tezahürler üzerinde konuşmak ve de yarayı mıncıklayarak buralardan bir fayda elde etmeye çalışmak uzun vadede çok da işe yarayacak yöntemler değil.
Söylemek durumundayım ki bugün için, belki bunları da, belli ölçüde yapmak gerekiyor; ortada açık bir savaş var çünkü. Hep birlikte arkamızı dönüp, “biz dövüşmüyoruz, biz derinlere inip fikir üreteceğiz ve bu meseleyi böylece halledeceğiz.” demek rasyonel değil. Zira arkalardan ne geleceğini(!) kestirmek zor, derinlere inecek kadar vakit olduğu da şüpheli. Yani insanlar kendilerini güvende hissetmiyorlar.
Bu sebeplerle, bir akademisyen olarak bize düşenin hastalığın sonuçları üzerinde didişmekten ziyade, esasa yönelip sebeplerini ortaya koymak ve tedavisine bir nebze de olsa ışık tutmak olduğunu düşünüyorum.
Yaranın pansuman edilmesi, birkaç aspirinle ateşin düşürülmesi ve hatta ameliyatla kolunun bacağının kesilmesine benzer yöntemler tek başına hastayı iyileştirmenin garantisi olmadığı gibi özellikle nüksleri (tekrarları) önlemeye de yetmeyecektir. Herkesin birbirinin altını oyduğu bu derin savaşta geleceğe dair nusrat da müjdelemiyor böyle yaklaşımlar.
Bu sebeplerle, bu köklü yaranın bir yanına, bana göre en kritik noktasına, parmak basacak ve yılbaşı tatilini böyle değerlendireceğim; eminim, bu son kararım!
Makale konumuz: İnsan öznesinde, kişisel ve kurumsal “güven sorunu”. Bu aynı zamanda memleketimizdeki ve dünyadaki sosyal ve siyasal sorunların da temel kaynağı kanımca.
Millet olarak, Müslümanlar olarak işimiz gerçekten zor; bugünler çok kötü günler çünkü. Ne diyelim?.. Allah hepimizin yardımcısı olsun, feraset sahibi kılsın ve encamımızı hayreylesin. Amin.
Kısmet olursa haftaya devam edeceğiz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.