Cemaat-siyaset
“Cemaat” kelimesinin aslı, “cem” fiilidir: Toplamak, bir araya getirmek anlamına gelir.
Fıkıh terimi olarak, “cemaat”, “bir imamın arkasında namaz kılan mü’minler topluluğu”dur…
Daha geniş anlamıyla, bir fikir ve inanç etrafında buluşan insan topluluğunu; en geniş anlamıyla ise, İslâm ümmetini ifade eder.
Dünyadaki bütün Müslümanlar bu anlamda, “cemaat”dırlar. Bu cemaatin temel eksenini, aynı dine, yani Tevhid akidesine mensup olmak oluşturur.
Bediüzzaman Said Nursi’nin aşağıdaki tarifine dikkat!
“Sath-ı arz (yeryüzü) bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir (apaçık deliller) olan Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar (taptaze) semereleri (sonuçları) bir şecere-i nuraniyedir (nur ağacı) ki, herbir dâvâsını, mu’cizatlarına (mucizelerine) istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.” (Sözler, On dokuzuncu Söz).
Geniş anlamıyla “cemaat” bu tarifteki gibidir, tüm iman ehlini kapsar ve kavrar. Zaten, “Topluca Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın” (Âli İmrân) mealindeki âyet de buna işaret buyuruyor.
Keza, “Cemaat rahmettir, tefrika (ayrılık çıkarma) ise azaptır” mealindeki hadisler de aynı noktayı vurgular.
Günümüzde bir “anlam kayması” söz konusu sanırım. Çünkü artık kimse “cemaat” sözcüğünü, kapsayıcı/ kavrayıcı anlamında kullanmıyor. Bu kelime ile daha çok klikler ve gruplar tarif ediliyor.
Ne olursa olsun, bugünün cemaatlerinin de bir tarifi olmalı. Bendeniz “Uhrevi (ahrete yönelik) amaçlarla bir araya gelen özgür bireylerin gönüllü beraberliği” olarak tarif ediyorum…
“Uhrevi amaç”, “gönüllülük” ve “özgürlük” kavramlarının da altını özenle çiziyorum. Çünkü bunlar “olmazsa olmaz” kriterlerdir. Aksi taktirde “cemaat” değil, “cemiyet” ya da “şirket” (ortaklık) olur.
Cemaatin en büyük amacı, “iman-Kur’an hizmeti” olarak özetlenebilir. Her “sivil toplum kuruluşu” gibi güncel olaylara ilişkin görüşleri olmakla birlikte ağırlığını “iman hizmeti”ne verir ve “dünyevî” (dünyaya ilişkin) konuları “tali mesele”sayar.
Bir şekilde dünya belirleyici olur, hangi kılıf içinde gelirse gelsin, “dünyevi” meseleler “hizmet”in önüne geçerse, siyasallaşma ve yozlaşma başlar. Çünkü “cemaat” olmanın birinci şartı (uhrevi amaç) çiğnenmiş olur.
Siyaset de cemaate karışmamalıdır. Bu kavramların iç içe girmesinden sadece “fitne” çıkar. “Fitne” tabiri benim değil, Fatih ve oğlu Bayezid zamanında bugünkü Vefa semtinde faaliyet gösteren Şeyh Ebul Vefa’ya aittir.
Şeyh Efendi, yakın müritlerinden birine, kapıya gelen hasretlisiyle görüşmeyeceğini fısıldamaktadır:
“Gelen ziyaretçimizi lisan-ı münasiple geri gönderin. Şu sıralar mizacım devletlülerle muhabbete müsait değildir.”
Fatih, Zağanos Paşa’yı alıp bir gün Şeyh’i ziyarete gider, fakat kabul görmez. Padişah üzülürken, Zağanos Paşa öfkelenir, kapıyı zorla açmaya kalkışır.
Onu durduran Fatih’in şu sözü, hepimize ders hükmündedir: “Dur Zağanos, hikmete kuvvetle mukabele edilmez!”
Aynı anda müritleri Şeyh Efendi’ye bunun hikmetini soracaklar, Ebul Vefa şöyle bir cevap verecektir:
“Biz bir birimizi Allah için çok seviyoruz. Bir kez görüşürsek hemen samimi oluruz. Badehu o benim eğitim hizmetlerime, ben onun siyasi işlerine karışmaya başlarız. Osmanlı’ya fitne fesat girer.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.