Ne Olacak Bu Devletin Hali?
Ciddi travmalar yaratan yolsuzluk iddialarının yargıya taşındığı operasyon dalgalarının başladığı 17 Aralık 2013 tarihinden itibaren Hükümetin uyguladığı “kriz yönetimi” hem siyasi iktidarın kendisinde, hem de yönetmeye çalıştığı devlet aygıtında ciddi hasarlar bırakmaya devam ediyor!
Gelinen aşamada, yıllardır önü alınamayan kurumlar arası çatışmaların sonuçlarıyla cedelleşmek yetmezmiş gibi, kuvvetler arası çatışmalarında fitili ateşlendi! Siyasi iktidarın geliştirdiği savunma mekanizmaları ve zücaciye dükkânına giren filin vereceği zayiattan daha beter bir zayiata gebe yürüttüğü uygulamalar, ileride risk ve itibar yönetimi stratejileriyle bile geçiştirilemeyecek düzeyde ülkemizin ve milletimizin geleceği hakkında çok ciddî endişelere yol açmaya başladı. Başbakan sık sık atanmışlar seçilmişler mukayesesi yapıyor. Haklı olduğu yönler var… Lakin seçilmişlerin yetki kullanımı konusunda, teamülleri geçtik kanunları zorlayacak bir şekilde ısrarı ile devlet içindeki “denetleme” ve “dengeleme” görevlerini yürütenler arasındaki çatışmanın varlığı, hiç ama hiç iyiye alamet değildir.
İlginçtir, siyasi iktidar iki binli yılların başında, kendi iktidarına zemin hazırlayan birçok olayı tekrardan tecrübe etmeye ve kınadığı birçok şeyi başında bulmaya başladı! Bu durumu sadece 17 Aralık operasyonuna bağlamak doğru değil. Uzun iktidar sürecinin yıpranma ve yozlaşma gibi kaçınılmaz neticeleri de önemli bir faktör. Başbakan Erdoğan, tabiri caizse; yukarıya fırlatılan taşın gidebileceği maksimum yüksekliğin farkındaydı, her iktidar süreci gibi bu taşın artık düşüşe geçtiğinin de farkındaydı, lakin taşın düşüşünü yavaşlatacak tedbirleri almakta yetersiz kaldı. Ciddi seleksiyon hataları yaptı. Önüne konulan ve koltuğunun altına sıkıştırılan “fırsat değerlendirmeleri” kapsamında ne varsa bir noktadan sonra “tehdit değerlendirmeleri” kapsamında ele almaya başladı. Dolayısıyla keser ve sapın çok çabuk döndüğü bu süreçte, aynı olumsuz sonucu vermesi muhtemel, çözüm getirmeyecek durumları tekrarlayarak kısır bir döngü içerisine girdi.
On iki yıllık uzun ve tek başına bir iktidar sürecinin tüm dezavantajlarını peş peşe yaşayan iktidarın, başarısızlıklarının nedenlerini kendi iktidar pratiğinin içinde arayacağına, kendi varlığına lobilerde ve mihraklarda araması kesinlikle normal değil. Hatta ömrünü uzatacak ve politik manevra alanını genişletecek bir yöntem hiç değil… Bir örnek vereyim: Eğer bu devleti başarıyla yönettiğini iddia eden mevcut siyasi iktidarın bir bakanı, yargıya taşınmış bir yolsuzluk iddiasının üstüne gidilecek yegane kurumun bağımsız mahkemeler olduğu gerçeğini hiçe sayarak: “Yolsuzluk varsa millet sandıkta hesabını sorar” diyorsa, bu ülkenin de iktidarın da çivisi çıkmış demektir. “Türkiye’de kurumlar arası çatışma yok, tüm kurumlar ve hükümetimiz uyumlu bir şekilde çalışıyor” diyen Sayın Başbakanın kabinesindeki bir Bakan, kabine üyelerine kadar sıçramış bir yolsuzluk iddiasının adresi olarak kendi yönettiği ülkesinin “Yargı”sını değil de sandığı gösteriyorsa, değil o bakana ülke emanet etmeyi, Başbakan Erdoğan’ın deyimiyle gütmek için iki koyun emanet edilmez!
Hatırlarsanız Ak Parti, ‘iktidar’ın kendisinin bir amaç değil ‘araç’ olduğu söylemleriyle yönetime geldi. Doğru olanda buydu. Ülkemizdeki ve dünyanın başka yerlerindeki iktidar tecrübelerine bakın, bir iktidar kendi varlığını ve çıkarlarını aşan bir amaca hizmet ettikçe meşruiyetini korumuştur. Merhum siyaset bilimci ve felsefeci Durmuş Hocaoğlu’nun bu konuda güzel bir tespiti var: “ İktidarlar ‘Güç’ denen şeyin kendisini meşrulaştırmaya başlattığı andan itibaren meşruiyetlerini kaybeder. Güç bu yüzden bir tür "şirk"tir; çünkü Güç, mekanikseldir ve ahlâken nötrdür. İktidar’ı meşru kılacak olan şey, gayesinin meşruiyetidir: Gaye meşru ise iktidar da meşrudur. Fakat sadece gayeye yaslanarak meşruiyet iddia etmek, sadece 'gerek şart'tır ve bu hâliyle basit bir Makyavelizm'dir; onun tamamlayıcısı olan 'yeter şart' ise, "rızâî mutabakat”tır. Şu halde, iktidar elde etmek üzere toplumun her kesimi ile sağlıklı bir iletişim kurmanın ve bu maksatla O'nunla ortak bir dil geliştirmenin asli manası da bu olmalıdır.”
Hukuk devletinde her işlemin yargı denetimi altında olduğunu kabul etmeyen bir anlayış farkında olmadan yargıyı kendi iktidarının gücüne “şirk” koşan bir yapı olarak görür. “İyi de ben bu yargıya güvenmiyorum bunların içine çete kaçmış” diyorsa bu daha beter bir durum. Çünkü bu yargı mensuplarının yarısından fazlasını “özenle” sen atadın! Bu durum hemen hemen her bürokratik departmanda aynı… Bu tip bahane savuranlara sorarlar: On iki yıl boyunca devlet kadrolarına alınacak çaycıdan haberdarız diyordunuz, nasıl oldu da çetelerin hesabını yapamadınız?
Hülasa,
Devletin bizzat içinde olmak üzere, hatta siyasi iktidarın içerisinde ve şuurlu insanlar arasında olmak üzere; Devlet nedir? Ne değildir? Devlet ne yaparsa devlettir? Neleri yapmazsa Devlet olmaktan çıkar? Sorularını açıkça veya kuşdiliyle ama yüksek bir sesle dillendirilmeye başlanması, bir yanıyla kötü bir yanıyla da iyi! Daha öncede ifade ettim Devlet, "düzen" demek olan toplumsal var oluşun olmaz şartıdır. “Vatan” kavramı “Devlet” kavramının bir formudur. Millet ise malzemesidir. Devlet içindeki bir çeteyi tasfiye edeceğim ve yolsuzluk iddialarıyla iktidar arasına mesafeler koyacağım diye, Devleti ve kurumları yıpratmayı göze alacak derecede gözü karartmak ve şahsi oynamak geri dönülmez hatalar ve kayıplar zincirine yol açar. Mevcut iktidar, Devletin geçmiş iktidarlar tarafından keyfiyete dönüştürmesinin olumsuz sonuçlarını ortadan kaldırmak vaadiyle iktidara geldi. Ama maalesef, "ülke ne olacak"dan önce, "ben ne olacağım"ın derdine düşenlerin sayısının hızla arttığı bu kriz ortamında, “devlet” Ak Parti iktidarı içinde var olma keyfiyeti haline dönüştürüldü!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.