Güven Duygusu ve Ordu Darbe Yapar mı?
Şimdi bazıları “Yaa kardeşim sırası mı şimdi, memlekette yangın var, sen tutmuş orduyla uğraşıyorsun!. Hem, kıpırdayacak halleri mi kaldı ki?” diyebilir. Böyle düşünenler tamamen haksız da sayılmazlar. Ama olayları-meseleleri sadece şimdiki haliyle ve de görünen yüzü, vizyondaki aktörleriyle değerlendirirsek; öncesini sorgulamaz, sonrasını hesaplamaz, sahnenin gerisine bakmazsak aynı şeyleri yaşamaya devam edeceğiz demektir. Dün ordu, bugün yargı, yarın polis veya bir başka güç, hatta bizzat seçtiklerimiz!
Haa ordu gerçekten darbe yapmaz mı ya da yapamaz mı artık?..
Megaloman filan değilim ama, birileri benim için bu tanımlamayı uygun görse de o cümleyi kullanacağım; “Tarihe bir not daha düşüyorum”... Evet tarihe not düşüyor ve cevap veriyorum:
Valla emin değilim; bu soruya, 17 Aralık öncesindeki söylediğim rahatlıkta, “kesinlikle yapmaz, yapamaz” gibi net bir cevap veremiyorum!.. Belki bugünler, hatta önümüzdeki birkaç yıl için “hayır, yapamaz” diyebilirim ama 8-10 yıl sonrası için..?
“Yaparsa kimler yapar ve niçin 8-10 yıl sonra?” diye soranlar olacaktır elbette... Konuyu çok açmayacağım; devleti idare edenlerin, siyasete yön verenlerin, ülkenin kaderini doğrudan etkileme gücüne sahip olanların ne demek istediğimi anlaması ve buna göre de tedbirlerini alması gerekir. Yoksa o zaman geldiğinde ve harekete geçildiğinde, “işin üstesinden gelmek bugünkü kadar kolay olmayacaktır” diye düşünüyorum!..
Şimdilik, sadece, bu 8-10 yıl rakamının “kafadan atma” değil bir “aritmetik işlem” sonucu olduğunu belirtmekle yetineceğim. Bunun Cumhuriyetin yüzüncü yılıyla da ilgisi yok (belki o zaman, bu tarih ateşleyici bir unsur-rumuz olarak kullanılabilir, o başka!) , yani bir yakıştırma değil… Ama ille de ilgili bir tarihten söz etmek gerekiyorsa, yetkililere ve meraklılara 30 Ağustos’ları salık verebilirim!
Bir de… Şayet böyle bir darbe olursa bunun, operasyonel bir güç olarak ordunun başrol konumunu üstleneceği ama asla tek başına hareket etmeyeceği, şimdiye kadar yaşadıklarımızdan çok daha organize bir kalkışma olacağını söyleyebilirim. Aynı merkezden telkin ve işaretler alan bir kısım siyasiler, yargı, polis, üniversite, bürokrat, medya ve finans kurumları hep birlikte hareket edecek! Ve de tabii ki zikrettiğim bu takımın halk ayağı ile dünya çapında hizmet(!) için (aynı niyetle ya da değil) paralel hareket ettiği (‘işbirliği yaptığı’ demeye dilim varmıyor!) küresel güçler…” Yani, çok yönlü, çok taraflı “yerli neocon” diyebileceğimiz bir darbe.
Kimi dostlar veya bir grup alınmasın, kişisel dostlukları çok aşan bir şey bu. Vicdanen bunları yazmak, insanımızın ve ülkemizin geleceğine dair duyarlılık taşıyan yetkili-yetkisiz her kimse, naçizane dikkatleri çekmek durumundayız...
İnşallah böyle bir şey olmaz da yanılan ben olurum; Türkiye’de Amerika’dakine benzer yeni bir Mc Carthy dönemi ve/veya bu topraklarda hiç şahit olunmamış özelliklerdeki bir kardeş kavgasının yaşanması insanımıza, ülkemize ve de inancımıza yapılacak en büyük kötülük olur çünkü. Ama bunların yaşanmaması için de, başta siyasi ve manevi büyük olarak kabul edilenler olmak üzere herkesin olanlardan ders çıkarması, aklını başına toplaması ve elini vicdanına koyup derin bir muhasebe yapması gerekiyor.
Şimdi geri dönelim ve kaldığımız yerden (zaten sorun da burada ya; millet ve ümmet olarak hep başa dönüyoruz!) makalemize devam edelim…
Aslında işin özüne inemediğimiz ve düzeltmeye, iyileştirmeye oradan başlamadığımız için değişen bir şey olmuyor; yoksa derdim orduyu ve/veya mensuplarını incitmek değil, asla. Amacım sadece, geçen hafta zikrettiğim 2010 yılında yayımlanan makale serisindeki sıralamayı takip etmek ve bununla, geçen zaman içerisinde özde değişen herhangi bir şey olmadığına işaret etmek.
Mezkur makale serimize, “güvenilir kurum” olarak birinci sırada gösterilen ordudan başlamış ve şöyle devam etmiştik:
- İşin daha kötüsü Ordu mensuplarının kendilerine olan güveni (en azından önemli bir kısmında) kaybetmiş olmalarıdır. Kimse kusura bakmasın; görüntü öyle… Söylemlerdeki o çelişkiler, açıklamalardaki o yalpalamalar, davranışlardaki o kararsızlık, ses tonlarındaki o iniş çıkışlar hep bu yüzden. O eski asker duruşundan eser yok…
- LAW silahı oluyor soba borusu?! “Islak imza” oluyor fotokopi?! Andıçlar oluyor kağıt parçası?! Topçu Albay oluyor istihbaratçı?! Adı sanı belli olmayan bir köstebeği sokakta izleyen (hem de sekiz ay) adam çıkıyor Özel Harpçi?! Devletin hakimini takip eden askeri aracın içi kaynıyor manav-marangoz-bakkal-çakkal!? Kaynayan bu kazanın fokurtusu çıktığında da yardım için koşturarak gelen oluyor koskoca Garnizon Komutanı?!..
- Önce “Bingöl’deki 33 eri PKK şehit etti” sonra da “Reşadiye’yi PKK yaptı bunu Bingöl’le karıştırmayın” diyerek ancak bakkal Mehmet efendinin düşebileceği mantık hatasına düşüyor koskoca general?! Mahalle kahvesi edasıyla suçu komşu ilin komutanının üstüne atan, kullandığı cümlelerle, yaptığı yorumlarla hiç de kurmaymış hissi veremeyen yavan bir adamın rütbesi bir bakıyorsunuz oluyor emekli orgeneral?!
- Personeline normal devlet kurumları gibi memur maaş bordroları düzenlenen, bir orgeneralin “Zaten orda çalışan üç-beş kişi” diyerek varlığını herkesin önünde kabul ettiği, Van İlinin İskele Caddesinde çalışan dolmuşlardaki yolcuların, hizasına geldiklerinde “JİTEM’de inecek var” dedikleri bir kurum için askeri cenahtan yapılan resmi açıklama; “Bizde böyle bir birim yoktur”!??
- Hele hele, asker-sivil ilişkilerinin konuşulması öngörülen bir TV programında gazeteci Mehmet Metiner’le tartışan (aslında mahalle kavgası demek lazım) Emekli Tuğgeneral Ramiz İlker’in davranışlarını, konuşmalarını ve içinde bulunduğu ruh halini izlediğimde… Doğrusu var olan güven duygusu kalıntılarını da kaybettim. Kimliğini belirten alt yazıyı okumasam, “bu adam herhalde iyi giyimli bir mafya bozuntusu, ya da kafası kıyak çakma bir sokak serserisi” derdim kendi kendime! Ama o maalesef bir kurmaydı ve dahası bir generaldi. Kendi ifadesiyle yüz binlerce insan arasında “on binde bir”lik çok seçkin dilimindendi ordumuzun!..
…
Evet, o zamanki tetkik ve tespitlerimiz böyleydi. Peki, bugün nasıl? Değişen bir şey var mı? Varsa ne kadar var?.. Soruyu daha doğrudan soralım: O günden bugüne dek “güven” dediğimiz o olmazsa olmaz değeri temel bir sorun olarak ele aldık mı?..
Bu noktada “Ordu görevine döndü ya da ordu sadece sahneden çekildi veya kardeşim bırak bunları sen ordunun savaş gücüne bak, şanlı ordumuza laf etmek ne haddine” diyenler de olabilir! Ama bunlar kuruma güvenmek hususundaki gerçeği değiştiriyor mu?
Asıl soru şu; özde yani güven duyusu vermekte değişen bir şey var mı?..
Mesela; millet Uludere olayında askeri mahkemenin vermiş olduğu takipsizlik kararını adaletli buluyor mu? Ya da bu kurumun, ileride görüşeceği konularda adaletli davranacağına inanıyor mu? Ona güveniyor mu? Karar verirken evrensel hukuk normlarına uydu mu? Genel Kurmay Başkanlığının yaptığı “Kaçınılmaz hata” açıklaması ve bunca zaman sonra operasyona ait kamuoyuna verilen bilgiler kalpleri mutmain etti mi? Ve bunlarla ciğeri yanan insanların, bir ölçüde de olsa gönlü alındı mı?
İnancımıza göre “kaza ve kader muhakkak ki Allah’tandır.” dolayısıyla hayatta bazı hatalar kaçınılmazdır-olabilir ama hiç olmazsa buna dair bilgilendirme, özür dileme ve nedamet duygularının ifadesinin zamanında yapılması gerekmiyor muydu? Ve de sivil-asker, devletin yetkililerinin yanlarında olmaları, acıları paylaşmaları… Belki o zaman yüreklerdeki yangın biraz olsun hafifleyecek, kadere inancı tam olan milletimiz (Türkler ve Kürtler) bu “kaçınılmaz hata”yı(!) kabullenecek ve “Evet böyle bir hata oldu ama devletimize, siyasilerimize, ordumuza, yargımıza güvenmeye devam ediyoruz” diyeceklerdi.
Ben, İskele Caddesinde(!) “zorunlu istikamet” seyahat etmeyi de, sonrasında JİTEM’de inmeye mecbur kılınmayı da, inançlarla siyaset pratiğinin bu kadar içiçe girmesi ve devlet idaresine hakim olmasını da istemiyorum.
Haftaya kısmet olursa devam edeceğiz ve Yargı üzerindeki “bugün de değişmeyen” eski görüşlerimi sunacağım.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.