Prof. Dr. Şaban Şimşek

Prof. Dr. Şaban Şimşek

Güven Duygusu ve Yargı ya da Trafik Cezası ile...

Güven Duygusu ve Yargı ya da Trafik Cezası ile...

Güven Duygusu ve Yargı ya daTrafik Cezası ile Apandisit Ameliyatının İlişkisi

Herkesin bildiği gibi “yasama, yürütme ve yargı” demokrasi ile yönetilen cumhuriyetlerin-devletlerin üç temel erki.

Bununla, siyasi iktidarın (ya da daha düşük ihtimal olmakla beraber diğerlerinin) tekelleşmesini önlemek ve ona karşı kişi hak ve özgürlüklerini korumak üzere bir “denge-fren sistemi” kurulmak isteniyor; Yasama (Meclis) yasalarını (hukuki mevzuatı) oluştursun,  Yürütme (Hükümet) bu yasalarla icraatını yapsın, Yargı da bu icraatın mevzuata-hukuka uygun olmasını sağlasın deniyor…

Bütün bunlar olurken, kural olarak, diğerinin görev ve yetki alanına girilmemesi, her erkin kendiliğinden bu sorumluluğu taşıması ve eşit kuvvetler olarak diğerine tahakküm etmeye kalkışmaması öngörülüyor.

Ama son aylarda yaşadıklarımıza bakıldığında; demokrasi, cumhuriyet ve modern devlet için konmuş olan bu olmazsa olmaz kuralların hiçbir anlamının kalmadığı görülüyor. Bırakınız kendi sınırları içinde kalmayı, eline “yetki-güç fırsatını”(!) geçiren erk, en basit evrensel hukuk kurallarını ve insani erdemleri bile hiçe sayarak diğerlerini ezip geçmeye çalışıyor.

Devleti bir otomobile benzetirsek; yargı, kendine verilen görev çerçevesinde denge-fren sistemini işletip, milletten aldığı yetkiyle belli bir süre için direksiyonda oturan siyasi iktidarın kurallara uymasını sağlamak yerine, elini doğrudan direksiyona götürerek onu yerinden etmeye, arabaya yön vermeye çalışıyor. Bunu (epeyce geç) gören şoför de, (araba hareket halindeyken) kuralları, o olmazsa fren sistemini ve/veya bu sistemi işletenleri değiştirmeye çalışıyor!

Bu arada, şoförün hırsızlıkla suçlanması, frencinin bu kartı hem de en kritik dönemeçte alabildiğine kullanarak şoför koltuğuna geçmeye teşebbüs etmesi bir yana, direksiyonu iki farklı el tarafından çekiştirilen arabanın nasıl yalpaladığını, içindeki yolcuların nasıl sağa sola savrulduğunu ve bu arada karşıt cepheler oluşturarak nasıl birbirinin kafasını gözünü yarmaya çalıştığını söylemeye bile gerek yok sanırım.

Bu noktada, kaptanın da frencibaşının da “evine ateş düşsün, yalancı peygamber” vb. mebzul miktarda müptezel sözlerini daha fazla dile getirmeye ve yorumlamaya değer bulmuyorum.

Aslında ben bu makalede;  yargıç ve savcıların başta bahsettiğim görevlerini yerine getirirken “bağımsız ve tarafsız olmak” ama aynı zamanda “sorumsuz değil sorumlu olmak” durumunda olmaları gerektiğinin altını çizecek ve bununla birlikte mevcut sistem içerisindeki kişisel ve kurumsal durumlarıyla maalesef bunu başarabilecek yetkinlikte olmadıklarını belirtecek ve örnekler vererek adalet işlerinin hali pür melalini ortaya koymaya çalışacaktım.

Bununla da;

-  İşe temelinden başlamak, yani sistemle beraber hâkim ve savcılarımızın yetişmeleri ve yetkilendirilmeleri üzerinde özellikle durulması gerektiğini vurgulayacak,

- Savcı ve yargıçların sadece statü olarak değil bilgi, yetkinlik, yaş, tecrübe, kişisel olgunluk olarak da yeterli olması; hüküm vereceği konu her neyse lafzıyla, ruhuyla, öznesiyle, etrafıyla, Türkiye ve dünyadaki haliyle olaya vakıf olabilecek düzeye gelmesi gerektiğinin altını çizecek,

- Ancak bunlar olduğu takdirde hâkim-savcıların kişisel duygularını, fikirlerini, egolarını aşarak kendilerine verilen bu bağımsızlık payesinin sorumluluğunu taşıyabileceklerini; kişiler, kurumlar ya da olaylar karşısında tarafsız olabileceklerini; maddi ve manevi anlamda başkalarınınkiyle değil kendi akıllarıyla, kendi vicdanlarıyla hareket edebileceklerini ve sonuçta adaletle hüküm verebileceklerini belirtecektim.

Ama it izinin at izine karıştığı, ötekine daha galiz küfür edenin daha çok itibar ve iltifat gördüğü bir Türkiye atmosferinde kendimi bu iş için hiç de arzulu görmüyorum artık. Söz namusunun, dini ahlak anlayışının, sosyal muaşeretin, siyasal etiğin, geleneksel devlet umurunun bizzat işin başındakilerce bu denli aşağılara düşürüldüğü bir ortamda ben yokum… Evet, milli ya da mukaddes bir dava için kavgaysa kavga, kansa kan, cansa can; ama böylesine aptal, düzeysiz ve beyhude bir kardeş savaşında değil! 

Şimdi...

İçinde bulunduğumuz durumda ben bir akademisyen olarak neyin teoriğini anlatayım, hangi meseleyi esastan ele alıp sebepleri ortaya koyayım da doğabilecek sonuçlara işaret edeyim ve böylece birilerine yol göstermiş olayım? Kim dikkate alacak bunları, ne işe yarayacak? Herkes burnundan soluyor, kafasını kaldırıp etrafına bakan var mı acaba?.. Yok!.. Peki, o zaman ben her nefesi sayılın olan bu ömrümü, her saniyesini değerlendirmek durumunda bulunduğum sınırlı vaktimi niye heba edeyim? Zamanı sokakta mı buldum ben, niye boşa harcayayım?..

Doğru, bu ciddi bir memleket davası ama birilerince kayıkçı kavgası seviyesine düşürülen bu kavgada “bir ekmek artığı” ya da “zavallı bir solucan” gibi “yemlik” yerine konmak, böyle bir rolü kabullenmek bana doğru bir davranış gibi gelmiyor!.. Burada bir fayda görmüyorum, ne bu dünya ne de öteki dünya için.

Biraz nefes almak, kalbimin sesini dinlemek istiyorum. Bu insanları dinledikçe, onlara ederlerinden daha fazla değer verdikçe kendilerini bulunmaz hint kumaşı ya da ruhani kişilik filan zannetmeye başlıyorlar çünkü. Aslında bu, onlara da yapılan bir haksızlık, kanımca.

Evet, dostlar, unutulmasın ki sonuçlar kadar süreçler de önemlidir. Benim nezdimde; kardeşinin (ya da bir başkasının, fark etmez) ırzına geçerek ya da puştluk yaparak veya zehirli gaz kullanarak kazanılan bir zafer, şerefiyle çarpışarak kaybedilenden daha değerli değildir. Çocuklarımız, torunlarımız birbirlerine anlatacak ve tarih de yazacak bunları çünkü. Bir de, her şeyi gören Allah var değil mi???

Bu sebeplerle... Makalemi, kamu yetkisinin aşılması ya da kötüye kullanılmasına dair mizahi bir anektodla bitirecek, sizlerden ve habervaktim.com yöneticilerinden yazı yazmayacağım bir müddet için ricada bulunacağım.

Trafik cezası ile apandisit ameliyatının ilişkisi!

Bir tarihte, Van’a gitmek üzere Ankara’dan yola çıkmıştım. Arabadaki tek şoför bendim. Yaklaşık 13 saatlik yolumuz vardı ve konaklamaya da vaktimiz yoktu. Henüz 30-40 km gitmiş, Elmadağ’ın girişindeki tepeyi aşmış, arabayı aşağı doğru salıvermiştim. Doğrusu hız yapmayı seven bir insan değilim ama 3-4 şerit yol, rampa aşağı, etrafta başka vasıta yok…

Benzeri durumlarda, neredeyse bir asırdır yürürlükte olan kanunların belirlediği hız limitini zaman zaman aştığımız oluyor tabii, herkes gibi. Burada da öyle olmuş olacak ki düzlükte konuşlanmış trafik polisi durduruverdi.

  • Beyefendi, ehliyet, ruhsat!
  • Nedir Memur Bey, ne oldu?
  • Radar, beyefendi, radar!
  • (Epeyce sinirli bir şekilde…) Ne olmuş radara?
  • Beyefendi 104 km yaptınız.
  • Nerede yapmışım, ben radar tabelası filan görmedim. Biliyorsunuz, tabelayı koymak zorundasınız!

-  Bakınız, radar şu rampadaki sivil arabada. İşaret de onun biraz ön tarafında ve yere konmuş vaziyette. (yani arkadan gelen arabaların göremeyeceği şekilde gizlenmiş adeta!)

  • Bakınız memur bey; kusura bakmayın ama sizin bu yaptığınız “memurluk, görev yapmak, trafiği düzene sokmak” falan değil, resmen (.)uştluk!

Sayın Memur sinirlenmiştir:

-  Ne demek istiyorsunuz, ne biçim konuşuyorsunuz?

-  Memur Bey, bu sözlerim için kusura bakmayın ama çok da yanlış değil. Bakınız, ben doktorum. Şimdi… Bu sizin yaptığınız bizim meslekte neye benzer biliyor musunuz?

Polis memuru, doktor olduğumu duyunca biraz gevşer:

  • Neye benzermiş?

-  Şimdi, ben cerrahım, siz de apandisitten rahatsız olmuş bir hastasınız. Daha önce aramızda bir mesele olmuş, size biraz düşmanlığım var… Ve siz genel anestezi almış durumdasınız. Yani müdahale şansınız yok!.. O anda bana yaptığınız kötülük(!) aklıma geliyor, bisturi de elimde!  Yani güç bende!.. Ve bu güçle karar veriyor; nasılsa birbirine benziyorlar diye apandisit yerine (.)ipinizi kesiyorum!!!

Aslında bundan sonrasının pek de bir önemi yok ama ille de yazacaksak, polis memurunun gösterdiği olgunluğu, “ihtiyacı olanlara” anlatmak açısından, o kadar da anlamsız olmaz diye düşünüyorum:

Bir an şaşalayan polis memuru, daha sonra katıla katıla gülmeye başlıyor…

- Yahu Hocam, bu yaşıma geldim, vallahi böyle bir şey duymadım. Benim bir düşmanlığım filan da yok ama…

- Sayın Memur, “düşmanlığım yok.” diyorsun ama kardeşim bakınız, arabayı yukardan aşağı bıraktığın zaman zaten,  gaza dokunmasan da 100 km ye çıkıyor. Siz tuzak kurmuşsunuz yani. Tuzağı da dost kurmaz herhâlde!

- ..!?

- Sayın Memur, bak; menzilim, taa Van. Yani yolum uzun. Daha sohbet ederdik ama ben şimdi gidiyorum, sana kolay gelsin, Allahaısmarladık!..

- Dur, dur Hocam. Tamam, tamam! Ama şurada cezası kesilmekte olan iki kişi var onlar gitsin de ondan sonra salarız!..

Hulasa...

Demem odur ki; insanımızı “adalet duygusuna sahip, empati yapmasını bilen, açık yürekli, işini layıkıyla yapan yetkin, ahlaklı, erdemli kişiler” olarak yetiştiremiyorsak ve bu haliyle onlara yüksek yetki ve payeler veriyorsak kurumsal olarak da sağlıklı yapılar oluşturulamıyor ve vatandaşın güvenine mazhar olunamıyor…

Belki de adalete ve Yargıya olan güvensizlik, mülkü temelsiz bırakmak babında, benzerlerinin en kötüsü…

Neticede devlet organizasyonuna hayat verecek kökleri oluşturması gereken kişi ya da kurumlar, devlete can vermek, güç katmak bir yana bugün ülke çapında yaşanan kaosun bir parçası oluyor! Ne millete ne de kendilerine güven telkin edemiyorlar. Birbirlerine güven vermedikleri için de kurumsal işbirliğine gidemiyor ve ortada kuvvetler ayrılığı prensibi diye bir mefhum kalmıyor; demokrasiyle yönetilen, cumhuriyetle şekillenen devlet köklerinden sarsılıyor. 

…Ve de bu durumda insanlar, Victor  Hugo’nun dediği gibi  kendilerini ve devletini köklerinden kopmuş gibi hissediyorlar.

Bu işin başındakilere, Doğu illerimizde çok kullanılan bir tabirle sesleniyorum: “Yaptıklarınızı Allah kabul etmesin.”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Prof. Dr. Şaban Şimşek Arşivi