Gönül Fethi
Bizi “dünya” denilen bir alana attılar ve “imtihandasınız” dediler. “Gün akşam olup ecel gelmeden dost kapısını bulacaksınız” diye de tembih ettiler.
“Yol, kılavuz, pusula?” dedik. “Allah ve Resulü” dediler. “Onlara kulak ver.”
Allah Tealaya döndük yüzümüzü, “iki tip insandan” haber bahsettiler:
“Onlar Allah'ın, kalplerindekini bildiği kimselerdir; onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında tesirli söz söyle.” (Nisâ, 63)
Rasûlullah (sav) baktık, şöyle buyurdular:
“Kalb, bomboş bir arazide rüzgârların oraya buraya savurduğu bir kuş tüyüne benzer.” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 408)
“Mesela bir örnek” dedik, bize şu hikayeyi anlattılar:
“Ebû Saîd Nişâburî Hazretleri bir gün talebelerine:
– Binitleri hazırlayın, kasabaya gidiyoruz, dedi.
Hazırlıklar yapıldı ve Hazret-i Pîr, bir grup talebeyi de beraberine alarak yola koyuldu. Nişâbur’da bir köye vardıklarında sordu:
– Bu köyün adı nedir?
Cevâben:
– Der-i dost, yâni dostun kapısıdır. dediler.
Bunun üzerine Ebû Saîd (ks) orada konaklamaya karar verdi. Bir günlük misafirlikten sonra bazı talebeleri:
– Efendim, hani kasabaya gidecektik; yolumuza devam etmeyecek miyiz? dediler.
Gönlü mânevî sırlarla dolu Ebû Saîd Hazretleri de onlara:
– Âşığın, dost kapısına ulaşabilmesi için çok yollar katetmesi gerekir. Biz mâdem ki buraya, yâni bu “dost kapısı”na ulaştık, artık nereye gidelim? buyurdu.
Kırk gün orada kaldı. Birçok mânevî hâller yaşandı ve köy halkından pek çok kimse Ebû Saîd (ks)’un mübârek ve feyizli sohbetleriyle tövbeye nâil olup, onun sâdık talebeleri oldular.
İşte Hazret-i Pîr’in “dost kapısı” olarak kasdettiği asıl mânâ bu idi, yâni gönüller fethetmek… Zîrâ dostun rızâ sarayının kapısının açılması, ancak oraya kazanılmış bir gönül götürebilmekle mümkündü.
Dostumuzun, Yüce Mevlamızın nelerden razı olduğunu ve nelerden razı olmadığını biliyoruz. Çünkü gönderdiği kitapta bunları açık seçik beyan ediyor. Bunlar da kendi aralarında öncelikliler ve sonralıklılar şeklinde kısımlara ayrılırlar. bunların bir kısmı yapmamız gerekenler, bir kısmı da terketmemiz gerekenlerdir. bunları bilmek, faydalı ilim elde etmek demektir. Bilmek ve yapmakla geçen bir ömür ise, var olmaktan, yaşamaktan maksadını anlamış olarak amaca ulaşmak demektir.
Bu dünyada en değerli iş, insanların kalplerine Allah Teâlâ’nın bilgisini, sevgisini, teslimiyet ve rızasını koymak için çalışmaktır. Kullara Allah Teâlâ’yı sevdirmeye çalışmaktır. Bunun şartı da kendi kalbinin bu anlamda mutmain olması, o muhabbet ve rıza ile doymuş olmasıdır.
Ne demişler?
“Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede,
Nerde kaldı gayrıya himmet ede.”
Öyleyse dostlar, ömür belli, yol belli. Gün akşam olmadan dost kapısı bulunmalı. Bile bile kurda kuşa yem olmak yazık değil mi?