Mesele Petrol Payı Değil, Hala Anlamadın Mı?
Hatırlayanınız çoktur; sene 2006’da, Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Avrupa Parlamentosu çatısı altında düzenlenen “Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler” konulu konferansta yaptığı konuşmada özetle şöyle demişti: ” Merkeziyetçilikten adem-i merkeziyetçiliğe geçilmesi, Kürt sorunu başta olmak üzere Güneydoğu’nun sorunlarının çözümünde kolaylaştırıcı rol oynayacaktır. Yerel kaynakları yerel yönetimler kullanmalıdır, vali ve belediye başkanının yetkileri birleşmelidir. Yetkileri üzerinde toplayan kişi halk tarafından seçilmelidir. Batman’daki petrol rezervlerinin ve bölgedeki hidroelektrik enerji kaynaklarının yerel yönetimlere devredilmesiyle işe başlanabilir.”
Buna benzer açıklamaların, bölücü örgütün temsilcileri tarafından farklı zamanlarda sıklıkla dillendirildiği malumunuz… En son Diyarbakır Belediye Başkanı BDP’li Gültan Kışanak, “demokratik özerklikle ilgili adım atmaya başladık; petrol başta olmak üzere, bölgede üretilen enerjiden yerel yönetimlere pay verilmesi gerekiyor…” dedi.
Gerek henüz Çözüm Süreci’nin işletilmediği yıllarda Baydemir’in demecindeki, gerekse Apo-MİT Müzakere Süreci’nde elde ettikleri avantajlarla ve kendilerine verilen sözlerin beklentisi ile iyice açılan Kışanak’ın demecindeki; “yerel enerji kaynaklarının yerel yönetimlerce kullanılması” ve “yerel yönetimler ve özerklik” konulu ‘ortak’ beyanlarının sebeb-i hikmeti nedir?
Acaba bu tip beyanlarda talep edilenlerin, meşru ve hukuki bir dayanağı var mı? Yoksa BDP-HDP kanadının bu tip çıkışlarını ‘siyasette de gerilla taktikleri izliyorlar’ mesabesinde değerlendirip işin içinden çıkalım mı? Ya da bu beyanları “karşılarındakilerin sinir uçlarını iyi biliyorlar ve tahrik etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu tür konuşmaları ciddiye almamak lazım” çeşidinden yorumlarla umursamayalım mı?
Aslında bu demeçler; ajandası ve istikameti olan, oldukça ciddi, içi dolu ve ayakları yere basan açıklamalardır! Hani “konuşana değil konuşturana bak!” demişler ya…
Bunları konuşturan, hatta belki işletilen Çözüm Süreci’ni Hükümete zorunlu olarak dayatan sebep, 4 Haziran 2003'te AKP ve CHP'li milletvekillerinin oyuyla yasalaşan "İkiz Yasalar"dır.
Nedir bu İkiz Yasalar? Alt yapısı, tamamen Wilson Prensipleri'ne dayanan İkiz Yasalar, ABD'nin baskısıyla, 16 Aralık 1966'da Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş ve 49. Maddesi uyarınca da 23 Mart 1976'da yürürlüğe girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tam 24 yıl bu tuzak dolu sözleşmeleri imzalamamakta direnmiş, 15 Ağustos 2000 tarihinde kemale eren DSP-MHP-ANAP hükümeti, bu sözleşmelerin altına imza atmıştır. Ancak bu sözleşmeler o tarihte imzalanmasına rağmen, TBMM'de yasalaşmadığı içindir ki, bağlayıcılık kazanmamıştır. Nihayetinde, "İkiz Yasalar" 4 Haziran 2003'te AKP ve CHP'li milletvekillerinin oyuyla TBMM'de yasalaşmış ve 18 Haziran 2003'te, 25142 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiş ve Anayasa'mıza göre iç hukuk hükmünde bağlayıcılık kazanmıştır.
Gelelim Sevr’in güncel sürümü sayılabilecek “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” ve “Sosyal ve Siyasi Haklara Dair Sözleşmesi” olmak üzere iki sözleşmeden oluşan İkiz Yasa’ların bizi çokça ilgilendiren maddelerine:
Madde:1– Bütün “halklar” kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.
Madde: 2– Bütün halklar uluslararası hukuka ve karşılıklı menfaat ilkesine dayanan uluslararası ekonomik işbirliği yükümlülüklerine zarar vermemek koşuluyla, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiç bir koşulda yoksun bırakılamaz.
Madde: 3– Kendini yönetemeyen ve vesayet altındaki ülkelerden sorumlu olan Devletler de dâhil, bu Sözleşmeye taraf bütün Devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir.
Şimdi ülkeyi yönetenler BM nezdinde Türkiye Cumhuriyeti’ni bu sözleşmelerden çekmedikçe veya “halkların kendi kaderlerini tayin hakkı” konusuna resmen çekincesini koymadıkça yani; “güçlü” ve “bağımsız” devlet olmanın gereklerini yerine getirmedikçe, bu sözleşmelerden kaynaklanan her olumsuzluğun ve kaybedilenin vebalinden kurutulamayacaktır! Kazanılan bazı taktik başarılar sonuç vermeyecek ve bölünme kaçınılmaz olacaktır. Uluslararası zeminde meşru bir zemin elde eden terör örgütü Çözüm Süreci içerisinde kendisine taahhüt edilenleri de bu zemine taşıma hazırlığında!
Hülasa,
Hani “kendi sınırlarını çizemeyenler başkalarının çizdiği sınırlarda yaşarlar!” derler ya; Gelinen aşamada kapana kısılan sadece hükümet değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bizzat kendisidir.
Farklı adlar altında Özerkliğin prensipte kabul edildiği ve geriye sadece bunun anayasal teminata kavuşturulması ile alakalı formalitesinin kaldığı artık ortada!
İleride yağacak yağmur için tarlasının yerini değiştirtmekte mahir olan ülke yöneticileri, bölücü örgütle müzakere sürecinin bugünlerimizi aratacak durumlara gebe risklerinin ortadan kaldırılması konusunda oldukça yeteneksiz her nedense!
Devlet olarak terör örgütüne sızacağız veya sızdıklarımızın üzerinden müzakere yoluyla terör sorununu çözeceğiz derken; terör örgütünün devlete sızmasının yolunu açan, varlık ve etkinliğini eskisine göre daha da arttıran, Doğu ve Güneydoğu’nun birçok bölgesinde güvenliğin kontrolünü bile PKK'ya kaptıran, Devlet otoritesini BDP’li belediyelere terk eden yüksek siyasi zekâdan (!) hala her şeyi tersine çevirecek efektif bir ayak oyunu bekliyoruz!
Ama nâfile!..
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.