“Beni Bırakma!”
"Ana olacağına duvarda taş ol daha iyi." ya da "İtler ana olmasın." derler bizim köylerde. Çocuk âcilde geçen bir gecenin sabahında “Beni bırakma!” diyerek uykuya dalan kızım, bu cümleleri aklıma getiriyor ve tabi gerisindeki hikâyeleri. Kim bilir hangi acılı annelerin feryatları bunlar.
Benim doğduğum köylerde, çok acı ana-çocuk hikâyeleri var.(Cahit Külebi'nin şiiri gibi oldu biliyorum) Bu hikâyeleri yazmak daha kolay. Anlatırken boğazım düğümlenir hep.
Birisi var ki dayanılır gibi değil. Gâliba birinci dünya savaşı yılları. Köyde açlık kıtlık dizboyu. Çocuklar kırılmasın diye devlet bir karar almış. Vermek isteyen ailelerden çocuklarını alıyor.. Köylere, memurlarını göndermiş. Bizim köye de gelmişler. Dul bir Ayşe varmış. Kocası şehid muhtemelen. Üç çocuğunun ikisi kız birisi oğlan. Memurlar gelince ne yapacağını bilememiş. Çocuklar kalsa açlık var. En sonunda "Oğlan ocak; kızları alın." demiş.
Kızlar "Ana bizi bırakma" demişlerdir muhakkak. Benim dinlediğim hâlinde, "Ana bizi çayırdan gözle" cümlesi var. Köyün girişindeki çayırdan uğurlamış kızlarını Ayşe. Bir ömür içi yanmış. Uzun yıllar sonra, kızların izi bulunmuş. Annelerinin ölümünden sonra gâliba. Köye gelmek istememişler.
Bir başkası, Kemaleddin Tuğcu hikâyesi misâli. Köyden şehire göçen bir aile. Bir, bilemedin iki göz gecekonduda yaşıyorlarmış. Küçük oğlan, verem olmuş. Yeme, içme, ilaç masrafını ödeyecek gibi değiller. Muayene eden doktor durumu anlamış ve "Bana evlatlık verin. Yoksa ölür." demiş. Ciğerini sökerek vermiş anne. Ölmesin diye doktorun müşfik kollarına bırakmış. Bir gün hasretine dayanamayarak çocuğunu görmeye gitmiş. Bahçe duvarından bakmış. Oğlunun iyileşmiş bir şekilde bahçede oynadığını görünce dayanamamış ve "Yavrum" diye feryad etmiş. Doktor oradaymış ve "Ben bakamazsınız diye yanıma aldım. Al çocuğunu. İyi oldu artık." diye geri vermiş. Hikâye aynen böyle. Yeşilçam filmi gibi değil mi?
Bir de teyze hikâyesi var.Yetim kalan iki yeğenine bakan bir genç kız varmış komşu köylerin birinde. Kınası yakıldığı akşam, yeğenlerinin kapının kenarından "Bizi bırakma" diyen bakışlarını görmüş. Bırakmış el oğlunu. Teyze için anne yarısı derler ya bu teyze anneden de öte.
Bir hikâye de İstiklâl Harbi'nden olsun. Bursalı bir arkadaşımdan dinledim. Yunan askerinin girdiği bir Bursa köyü. Köy alevler içinde. Yunan gavuru bir kadını kovalıyor. Kadının kucağında bebeği var. Koşabildiği kadar kaçıyor. Nihâyet, kaçacak yer kalmıyor. İlerisi, ateş; arkası, salyalı bir kefere. Bebeğini, son bir kez bağrına basıyor ve bir kenara bırakıyor. Ona kıyamıyor. Sonra, kendisini alevlerin içine atıyor.
Evlâdı yaşasın diye ölümden beter acılara dayanan annelerin gözyaşları ile sulanmış bu topraklarda, çok şükür, hâlâ ibretli hikâyeler var. Kimsesiz Rus gencine kendi çocuğu gibi bakan anneden tutun da 3. katdan düşen çocuğunun arkasından atlayan anneye kadar…
Tersi de var maalesef. Çocuklarını ölüme terk eden annelerin sayısı artıyor. Dikkat edin, çocuğunu cami avlusuna bırakan değil, ölsün diye yalnız bırakan anneler var aramızda.
Kınamıyorum. Anlamaya çalışıyorum. Çocuğunu, yaşaması için değil ölmesi için bırakan anneler, nasıl bir çaresizliğin pençesinde kıvranıyor acaba? Hangi çaresizlik, onları evlat kâtili yapıyor?
Neleri bırakamadıkları için çocuklarından vazgeçmek zorunda kalıyorlar?
Kapitalizmin ve Helenizmin dayatması olan bir anneler günü daha geçirdik. Geçmişin ve şimdinin annelerinin acılarını idrâk edemez isek ne anlamı var ki böyle bir günün?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.