Daha Az Kazanmak Üzerine
Serin bir Ankara akşamı. İşim bitti; Kızılay’a inmek için anayola çıktım. Bilmediğim bir semt olduğu için metronun nerede olduğunu sormam gerekti. Üst geçidin dibinde köfte ekmek satan adama yaklaştım. Beni müşteri sandı. Öyle bir güler yüzle “Buyurun” dedi ki metroyu soracağım için utandım. “Özür dilerim. Metroyu soracaktım.” dedim. Aynı tebessümle, “Merdivenleri çıkın. Karşıda.“ dedi. Niye, “aynı tebessümle” dedim? Bu gibi durumlarda, müşteri değilseniz satıcının yüz ifâdesi anında değişebiliyor. Teşekkür edip merdivenlere doğru yöneldim. Daha, beş altı adım atmıştım ki âniden geri dönüp bir köfte-ekmek istedim. “Hemen” diyerek hazırlamaya başladı. Köfteleri ızgaraya attı. “İşsizlik yok, iş beğenmeme var değil mi?“ dedim. “Aynen öyle” cevâbını verdi. Ekmeği ikiye böldü. Köfte yağları akmış olan ızgaraya bastırırken “Size bir hikâye anlatabilir miyim?” dedim. “Tabi buyurun” deyince yıllar evvel, Gürbüz Azak’ın köşesinde okuduğum hikâyeyi anlattım.
Bir arkadaşı, karlı bir kış gecesi yaşadığı hâdiseyi anlatırken bir kenarda kestane satan adamdan da bahseder. Azak, ”Dur bir dakika! O adamdan 50 gram kestane aldın mı?” diye sorar. Arkadaşı konu ile alâka kuramayıp şaşırınca, “Kışın soğuğunda, gece vakti, o adamcağız, ekmek parası kazanmak için titreye titreye kestane satsın da sen elli gram kestane almadan oradan geçip git. Olacak iş değil.” diye esef eder.
Bu hikâyeyi hiç unutmadım. Her zaman anlatır; manzaraya uyduğunda uygularım. Cebimde para varsa simitçiden simit almadan geçmemeye dikkat ederim.
Hikâye bitince, adamcağız, “Siz öğretmen misiniz?” diye sordu. “Aslında öğretmenim ama, başka iş yaptım.” dedim. Nereli olduğumu da sordu. Söyledim. Ben de sordum. Mecitözü’ndenmiş. Ortak tanıdıklarımız bile çıktı.
Ekmeği sardırdım. Hesap, tam elimdeki para kadar tuttu. Neyse ki EGO kartım vardı. Teşekkür edip merdivenleri çıktım. Otuz, otuz beş yaşlarında bir adam, köprüde keman çalıyordu. Çökertmeden çıktın da Halil’im... Pek severim bu türküyü. Fakat, kemancıya verecek on param kalmadı. Yaklaşıp “Köfte ekmek yer misiniz?” diye sordum. “Sağ olun. Öyle şeyler kabul etmiyorum.” dedi.
“Yanlış anlamayın. Param yok; o yüzden. İkrâm kabul edin.”
“Sağ olun. İhtiyâcım yok. Ama, şurada biri var. Köprüde yatıyor. Kimsesiz. Verilenlerle karnını doyuruyor. Yalnız, üstünüze almayın; karnı toksa kabul etmez.“
Bakındım; göremedim. Kemancı benimle gelip arandı; o da göremedi. Bekleyecek vaktim olmadığı için köfte ekmeği zorla kemancıya emânet edip ayrıldım. Kulaklarımda o cümle kaldı:
“Karnı toksa kabul etmez.”
İlâhî kemancı! Sanki sen kabul ettin de…
2. Mehmed Han’ın Edirne yılları. Bir sabah, tebdil-i kıyâfetle esnafa uğrar. İlk istediği malı veren esnaf, ikincisi için “Ben, siftah ettim; komşuya gidin.” der. Aynı hâdise, diğer dükkânda da tekerrür eder. Genç pâdişâh, halkı ile gururlanır. Değil İstanbul’u, dünyayı fethedeceğine kanaat getirir.
Cumhurbaşkanımız, G20 zirvesinde, işverenlere, “Biraz az kazanın. Fakiri, tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı, hayatımıza egemen kılalım.” dedi ya ben de dilimin döndüğünce katkıda bulunmak istedim.
Hem Cumhurbaşkanımızın hem işverenlerin, tebdil-i kıyâfetle halkın arasında dolaşması lâzım. Halktan alınacak çok ders var.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.