Padişahı protesto hakkı
Hiç sözü evirip çevirmeden, güncel tartışmalara ışık tutmasını umarak, Osmanzade Taib’in “Hadikat-üs Selatin” isimli eserinde anlatılan ilginç bir hikâyeyi paylaşmak istiyorum…
1300’lü yıllardayız. Osmanlı tahtında Yıldırım Bayezid oturuyor... Meşhur hukukçumuz Molla Fenari o günlerde tekmil Osmanlı Devleti’nin “Müfti-il enam”ı: Yani, Yüksek Mahkeme Başkanı… Bir davada Padişah’ın mahkemeye gelip şahitlik etmesi gerekiyor. Padişah geliyor. Ama Molla Fenari, şu gerekçeyle Yıldırım Bayezid’in şahitliğini reddediyor:
“Terk-i cemaat eyledüğün şuyu’ bulmağılen, şahadetün caiz değildür.” (“Namazlarını cemaatle kılmadığın söylendiğinden, şahitliğini kabul etmiyorum!”)
Padişah hiçbir tepki göstermiyor. Mahkemeden başı önünde çıkıyor. Sarayının bahçesine hemen bir cami yapılmasını emrediyor: “Hünkâr, saray-ı hümayunları pişigâhında (önünde) bir camii şerif bina idüb evkaat-ı hamsede (beş vakitte) cemaate müdavemet buyurdular” diyor, Osmanzade Taib Efendi.
Bugün Bursa’da “Yıldırım Bayezid Camii” dediğimiz cami budur. Ondan sonra da beş vakit namazını cemaatle kılmaya başlıyor.
Yani Padişah, hukuk adamının eleştirisini dikkate alıyor!
•
“Padişah ve namaz” bahsi açılmışken, meşhur Fransız gezgin ve yazar A. L. Castellan’ın anlattığı bir konuya da temas edeyim…
1812’de Paris’te yayınlanan, “Moeurs Usages Costumes des Othomans et Abrégé de Leur Historie” isimli kitabının 28. ve 29. sayfalarında diyor ki:
“Sultan III. Osman (yazar burada bir yanlışlık yapmıştır, çünkü verdiği tarihte Osmanlı tahtında III. Osman değil, I. Mahmud vardır) hastalığı sebebiyle bir cuma günü camiye gidemediği için halk galeyana gelmiş, taşkınlık yapmış, Padişah’ı eleştirmiş, bundan dolayı Padişah’ın hastalığı artmış, buna rağmen ertesi Cuma Ayasofya’ya namaza giderek halkı memnun etmeye çalışmıştır.”
Yani halk tepki göstermekten çekinmemiş, Padişah ise, halkın tepkisini görmezden gelememiştir!
İki taraf da bilinçlidir: Halk tepkisizliğin sorumsuzluğu, sorumsuzluğun nemelâzımcılığı, nemelâzımcılığın cahilliği, cahilliğin ise zulmü ve baskıyı dâvet edeceğini biliyor. Padişah da halka dayanmadan devleti yönetemeyeceğinin farkında…
Şimdi gelelim, çağdaş mütefekkirlerimizden Bediüzzaman’ın muhteşem tespitine bakalım: “Bir millet, cehaletle hukukunu bilmezse, ehl-i hamiyeti (hamiyet sahiplerini) dahi müstebit eder.”
Yani, cehalet diktatörlüğü çağırır! Çünkü yöneticiler, memleketi, milletin taleplerine ve tepkilerine göre yönetirler. Millet cahilse, cehaletinden ve bilinçsizliğinden dolayı hakkını-hukukunu savunmuyorsa, “Gidene ağam, gelene paşam” diyor ve müthiş bir “nemelazımcılık” içinde yapılan her şeyi ya sessizce sineye çekiyor ya da alkışlıyorsa, yöneticiler zaman içinde keyfiliğe kayıp diktatörleşirler.
Tepkinin ölçüsü elbette kişisel yahut zümrevi “menfaat” değil, “hakkaniyet” olmalıdır. Biz “hakkaniyet”ten uzaklaştık. Bu yüzden, bize karşı “âdil” olmasını istediklerimize karşı “âdil” olamıyoruz! Muhalifsek, iktidarın “doğru” yaptıklarını, “muvafık”sak, yanlışlarını görmezden geliyoruz. Her mesleğin, her meşrebin bir ağırlığı var: Bu ağırlığı muhafaza etmenin tek yolu, doğruya “doğru”, yanlışa “yanlış” demekten geçer.
Eski Romanya Başbakanlarından meşhur tarihçi Iorga, onbeşinci asırdan ondokuzuncu asra kadar Osmanlı Devleti’ni gezen seyyahların hatıralarını değerlendirdikten sonra, dürüst bir tarihçi vicdanıyla bakın ne diyor:
“Bugün Doğu’nun son derece geniş sahalarıyla Hıristiyan Batı’nın birçok zengin eyaletlerine hâkim olan Osmanlı cemiyetine demokrasi zihniyetinin hâkimiyeti ilk günlerinden itibaren hiçbir fasılaya uğramadan devam etmiştir.” (Les Voyageurs Français Dans l’Orient Européen, Paris 1928, s. 44).
Bizi asırlara hâkim kılan ruh, işte bu ruhtur!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.