Osmanlı insanına dair (2)
Yabancı gezgin ve gözlemcilerin, Osmanlı insanının nezaket, nezafet, temizlik, görgü, incelik ve insan ilişkilerine dair tespitlerini aktarmaya bugün de devam ediyoruz...
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
“Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir... Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir...
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
“Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubâlilikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
“Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezâket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrîfat kurallarının zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo de Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
“Tetkîk ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir.
“Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.”
Şimdi sıra Du Loir’da... Yıllarca incelediği toplumsal yapımızı bize şöyle anlatıyor:
“Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın olan küfürbazlık, öfke ve intikam hissi Türklerde yoktur. çünkü bunlar içki ve kumarın kışkırttığı alışkanlıklardır. Osmanlılar için içki ve kumar da meçhuldür. Sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı ise, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız ‘Vallâhi’ şeklinde Allâh’a yemin ederler.”
Du Loir haklı: Osmanlıların hayreti bile zikirdi. Şimdi olduğu gibi “Vaaaav yaaaa” diye Amerikan kırması çığlıklar atılmazdı. Hayretlerini “Allah Allah”, “Fesübhanallah”, “Lailahe İllallah”, “Tövbe estağfurullah” gibi kelimelerle ifade ederlerdi.
Sakınmak istediklerinde “Neuzubillah” çeker, her işe “Bismillah” ile başlarlardı. öfkelenmeleri halinde “Ya sabır” der, haksızlığa uğramaları karşısında “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek Allah’ı kendilerine “vekil” ederlerdi.
Tekke ve zâviyelerin duvarlarında teselli edici levhalar asılıydı:
“Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç ya hû!”, “Hoş gör ya hû!”
Toplum “yaşamak” ve “yaşatmak” temelinde yücelmişti. Bu yüzden cinayete pek rastlanmazdı. Oysa aynı dönemde düello, (iki kişinin bir birlerini öldürmeleri) Avrupa hükümetleri tarafından “yasal” sayılırdı. Paris sokaklarında ve meydanlarında düello edenlere çok sık rastlanırdı.
Hırsızlık, soygun, kapkaç gibi suçlar da meçhul sayılırdı. Bu tür vakalara senede sadece birkaç kez rastlanırdı.
1700’lerde İstanbul’a gelen Fransız müellif Motray, anılarında şunları yazıyor:
“Türk dükkânlarında hiçbir zaman tek meteliğim kaybolmamıştır. Ne zaman bir şey unutsam, hiç tanımadığım dükkâncılar arkamdan adam koşturmuşlar, hatta birkaç kere Beyoğlu’ndaki ikametgâhıma kadar gelmişlerdir.”
Fransız müellif Dr. Brayer de 1830’ların İstanbul’unu şöyle anlatıyor:
“Evlerin kapısının şöyle böyle kapatıldığı ve dükkânların çoğunlukla umumî ahlâka itimaden açık bırakıldığı İstanbul’da her sene azami beş-altı hırsızlık vak’ası görülür.”
Fransız generallerden Comte de Bonneval ise, şu hükmü veriyor: “Haksızlık, mürabahacılık, inhisarcılık ve hırsızlık gibi suçlar, Türkler arasında meçhuldür... öyle bir dürüstlük gösterirler ki, insan çok defa Türklerin doğruluklarına hayran kalır.”
ötesi yarına...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.