Hayatı yaşlılarla paylaşmak
Annem babam yok (onlarla birlikte tüm ölmüşlerimize gani gani rahmet), onların yerine dört ablam var. En büyük iki ablamla (yaşları seksen ve seksen beş) birlikte yaşıyorum.
En büyük ablam kendi işini kendisi görebiliyor, ama ötekisi ileri derecede kanser. Yine de amansız ağrıları olmadığı için şükrediyoruz.
Geniş bir aile yapısından geliyorum. Evin kalabalık olmasına alışkınım (evde yedi kişiyiz, hafta sonları çocuklar ve torunlar da bize katıldığında sayımız, onu geçiyor. Ufak-tefek sorunlar çıksa da bu beni çok mutlu ediyor.
Yaşlarımızı hayatımıza ortak ettik, şaka-şamata, yaşayıp gidiyoruz.
Biliyorsunuz yaşlılar hassastır, bir de hastalık eklenince, daha beter hassaslaşırlar. Her türlü nazına-niyazına katlanmak gerekir.
Bir şey fark ettim: Yeteri kadar seviyorsanız, nazına-niyazına keyifle katlanılabilirsiniz, pek fazla sorun çıkmaz. Sevmiyorsanız her hareketi, her sözü batmaya başlar.
Yani yaşlılarla oturmanın ve tadını çıkarmanın “olmazsa olmaz”ı sevgidir!
Zaten geleneksel aile yapımız, “geniş aile” tipidir. Bu ailede babaanne, dede, anneanne, gelinler, torunlar da yer alır…
Hatta bazen halalar, teyzeler, büyük halalar, büyük teyzeler bile var… Avrupalılaşma sürecinde dayatılan “çekirdek aile” ise yalnızca anne, baba ve çocuklardan (tercihen iki çocuk) oluşuyor.
Bu öncelikle yaşlılar açısından kötü oldu. Çünkü aile dışında kaldılar. Üzerine titreyerek büyüttükleri evlâtları tarafından bir bakıma terk edilmiş olmak, içlerine oturdu. Ya ayrı bir evde, çocuklarının ve torunlarının yolunu gözleyerek yaşamaya mecbur oldular ya da “âhır ömür”lerini“huzurevi”nde geçirmeye mahküm edildiler.
Kendinizi lütfen onların yerine koyar mısınız? Bir evlât dünyaya getirmişsin, yemeyip yedirmiş giymeyip giydirmiş, geceler boyu uykusuz kalmışsınız. Çocuğunuzun nefeslerini dahi saymış, bakışlarını okumuş, gece yarıları sırtınızda doktora koşturmuşsunuz…
Her nazına katlanmışsınız. Bir dediğini iki etmemişsiniz…
Okutmuş (ya da okutamamış) meslek sahibi yapmışsınız.
Askerlik yaptırmışsınız (ya da gelin etmişsiniz), evlendirmişsiniz, hiçbir şeyi eksik olmasın diye kendi huzurunuzu, rahatınızı, hayatınızı yıllar boyu ihmal etmişsiniz.
Bu arada yaşlanmışsınız. Vaktiyle üzerine titrediğiniz evlâtlarınızın ilgisine, sevgisine muhtaçsınız. Ama onlar kendi ailelerini kurmuş, çekip gitmişler.
Herkes o kadar yoğun k, bazen iki kelime ile hatırınızı sormayı bile ihmal ediyorlar.
Bu tablo hangi anne-babayı incitmez.
Geçmişimiz böyle değildir. Osmanlı, aile içi ilişkileri sağlam tutmuş, ailenin yaşlılarına “öf”dedirtmemeyi esas almıştı. Çocuklar bu örneklere göre yetiştirilirdi.
1650’lerdeOsmanlı aile yapısını inceleyen Fransız gezgin A. L. Castellan, “Türkiye Seyahatnâmesi” ismiyle kitaplaştırdığı hatıralarında şöyle bir tespitte bulunuyor:
“Türkler, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi, sevgi ve şefkat gösterirler.”
Sanırım işin sırrı, sevgiyi de kapsayan bu “şefkat” kelimesinde saklı. Biz bu kelimenin anlamını unuttuk. “Herkes hayatını yaşar” dedik, yaşlıları görmezden gelmeye başladık. Bu da onların duasından ve bereketinden mahrumiyet anlamına geldiği için, aile içi sorunlardan kurtulamıyoruz.
Deneyimli (dolayısıyla yaşlı) insanların katkısından mahrum kalan ailelerin küçük bir sarsıntıda tökezlemesi kaçınılmazdır.
Sonuç: Devlet ne kadar tedbir alırsa alsın, boşanmalar artıyor.
Oysa İngiliz Sefiri Sir James Porter’i (1740)en çok etkileyen husus,Osmanlı ailesinde gözlemlediği sevgi ve dayanışma ruhudur. Şöyle diyor:
“Anne-baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlâtlık göreviyle ilgili olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür... Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri sevgi ve hürmet, özellikle takdire değer. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığırından çıkmış evlâtlar az görülür...”
Bilmem ibret olur mu?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.