Yeni Türkiye’ye doğru…
Sene, 1997.
Yer, Ankara.
Mevsim kış, aylardan Şubattı.
Ayakkabılarım az ses çıkartsın diye yere yavaş bastığım, beni takip edenleri gölgemi tarassut altına alarak enselediğim duman kokulu bir kış akşamıydı.
Her seferinde gittiğim yol geldiğim yolla aynı olmasın diye istikamet değiştirdiğim, böylelikle yeni yollar, yeni yönler keşfettiğim, yeni yüzlerin gözlerindeki korkuyu gözlediğim, meteorolojinin raporları ile siyasi havanın neredeyse aynileştiği, mevsim normallerinin üstünde veya altında, anormal havaların hayatı esir ettiği fitne zamanlarının tipik gecelerinden bir geceye doğru zaman akmaktaydı.
Kar ha geldi ha gelecekti.
Geldi de aniden.
Kar, tipi, bora… Cümlesi birden sökün etti, Celal’di tecelli eden daha çok!
Besbelli bir tertipti dönen, donan tabiat değildi sadece, akıllar, kalpler ve ruhlar da donmuş, donuklaşmıştı!
Aldırmıyorduk, aldırış etmiyorduk.
Veren de alacak olan da oydu.
Narı da Nuru da, Kahrı da Lütfu da hoştu.
Siperler kazmadık; ama girecek siperler aradık o vakit.
Sivil polis arabalarını plakalarından değil, endamlarından bilirdik.
Bu bilgimizin hiçbir işe yaramayacağının da gayet iyi farkındaydık. Listeler yazılmış, mermiler çoktan namluya verilmişti. Hatta n’olur n’olmaz diye süngüler bile takılmıştı silahlara; göğüs göğüse mücadele bile ihtimal dışı değildi. Ocak tutuşmuş, fırın kızışmıştı… Bozguncuların canlı canlı insan gömdüğü günlerdi o günler!
Telefonun sesiyle irkildim!
Emir açıktı: “Orayı terket!”
Aynı gece yola çıktım…
•••
Soğuk, çok soğuktu hava.
Çok değil dört sene önce Strazburg Caddesi’nden seçim zaferi kutlayan konvoylar geçmişti.
Aynı cadde şimdi “Türkiye laiktir laik kalacak!” sesleriyle inliyordu.
Fail-i meçhuller, fail-i mesturlar, fail-i malumlar boca olmuştu çetelerin baş, başların çete olduğu o günlerde.
Neydi bu keşmekeşin sebebi?
Kimi mezar ev kazıyordu, kimiyse siper.
Ben önce girecek siper arayan sonra da siper kazanlar tarafındaydım.
Strateji gözden geçirilmeli, taktik değiştirilmeliydi.
Öyle de oldu!
•••
Despot rejimler muhbir vatandaşı çok sever.
Biri ihbar etmiş, vatandaşa, çoluk-çocuğa zararlı şeyler öğretiyormuşum, irticai faaliyet icra etmekteymişim; rejim ha yıkıldı ha yıkılacakmış!
“Buyurun” dedim sivil polis ekibine, “Bakın ne yapıyoruz biz?” Anlattım bir bir.
Hava gergin olsa da eski çamlar çoktan bardak olmuştu.
İfsat komiteleri faal olsa da canavarın hiç olmazsa dişlerinin bir çoğu sökülmemişti ama dökülmüştü!
“Tamam” dedi, memur, “Devam edin ama aman dikkat edin, hiç dikkat çekmeyin!”
Ve gittiler. Biz yine de tedirgin olmuştuk bir kere.
Tedbir aldık. Kazdığımız siperlere girdik.
Bize leyl ü nehar olmadığı gibi mevsim de farketmezdi yapacağımızı yapmak için.
Öyle de oldu.
•••
Arabam spin atıp zincir fırlayınca pamuktan duvar gibi olan kar yığınına saplandım.
Anladım o zaman yolculuğun uzun geçeceğini.
Aldırmadım. Çünkü düşünecek çok şey vardı. Yol kaygandı ama artık öğrenmiştik az-çok kaygan zeminde nasıl araba kullanılacağını.
Frene ne vakit basılıp hızın ne vakit artırılacağını… Dört saatlik yolu dokuz saatte aldım ama dokuz saate doksan senenin serencamını sığdırdım.
Yolun sonuna yaklaştığımda şu mısralar dökülüyordu dilimden:
“Yüreğim kor ateşin içinde; dipsiz bir kuyu, içimdeki cendere,
Kılcal damarlarımda coşkun bir nehir, tersine akmakta yine,
Esen yelden, doğan günden; Zühre’den, Süreyya’dan son bir kere,
Kara bulutu şaşırtacak, öleni diriltecek bir muştu isterim yine!”
Ve… O gün karar verdim, doksan senenin hikayesini yazmaya.
Vakit geçirmeden başladım…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.