Batı Medeniyetinin Kadim Hastalıkları ve CIA İşkenceleri
Batı medeniyeti yüzyıllardır yabancı düşmanlığı, dincilik, ben-merkezcilik (egoizm) ve ırkçılıkla malul. Bu medeniyet hastalıklarını kimi uzmanlar sömürgeciliğe bağlasa da, bunun tek neden olmadığı aşikardır.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı Hristiyanlığın Avrupa’ya ve beyaz ırka hapsolmasıyla da yakından ilgilidir. İslam-milletler tarafından kuşatılan ve adeta Kuzey Buz Denizi ile Atlas Okyanusu’nun kuzey kısmına hapsedilen Avrupa milletleri Türk-İslam kuşatması altında Hristiyanlığı ve Avrupalılığı yeniden yorumlamış, kendisine sanal bir tarih üretmiştir. Endülüs, Anadolu ve Akdeniz'den sıkıştırıldıkça hem yok olma korkusuna kapılmış, hem de içine kapanıp, kimliğini ben-merkezcilik temelinde yeniden inşa etmiştir. Böylece birer Akdeniz medeniyeti olan eski Yunan, eski Roma ve Hristiyanlık değerleri geçmişte çok da anlam ifade etmeyen Avrupa'nın barbar milletleri elinde çok farklı bir görünüme kavuşmuştur...
Bu süreçte Hristiyanlık doğduğu topraklardan, yani güney doğu Akdeniz’den koparılmış, kuzeyli bir din haline getirilmiş, hatta çoğu kez din özelliklerini aşan değerler kendisine atfedilmiştir... Hz. İsa’ya beyaz, hatta sarışın imajı yüklenmiş, eski Yunan ve eski Roma medeniyetinin değerleri Hristiyanlığa yüklenip, diğer halklardan üstün bir Avrupalı kimliğine doğru evrilmiştir. Askeri, siyasi ve iktisadi üstünlük Akdeniz kıyılarından kuzeye ve batıya doğru, Fransızlara, Almanlara, İngilizlere vs. ilerledikçe Filistin ve Anadolu’da doğup gelişen Hristiyanlığın temel değerleri yozlaşmış ve eski pagan değerler ile yoğrulup tanınamaz bir hal almıştır.
Kuşatılmışlığı yarma girişimi olarak da görülebilecek olan sömürgecilik (kolonileşme) döneminde ise Avrupalılar diğer halkların ve ırkların insan olup olmadığına dahi karar verememişlerdir... İspanyolların Amerika yerlilerinin insan olduğuna karar vermeleri 100 yıldan fazla sürmüştür. Bundan sonrası ise birinci sınıf insan, ikinci sınıf insan ayrımlarının başlamasıdır.
Sömürge yıllarında Hristiyanlık bir adım daha evrilmiş ve Avrupa’nın dinciliği beyaz adam ırkçılığı ile daha fazla iç içe geçmiştir. Böylece beyaz ırkından olmak Hristiyan olmanın en önemli unsurlarından sayılmıştır. Zamanla pek çok siyahi halk Hristiyanlığa geçmişse de bunların hemen hemen hiçbiri beyaz adamın ailesinden sayılmamış, birinci sınıf muamele görmemiştir.
Hiç şüphesiz, 20. yüzyıla kadar, Batılı için diğerleri asla Avrupa insanı kadar değerli değildi. Bu nedenle beyaz adam sömürgelerde işlediği cinayetlerin ve işkencelerin suç olduğunu düşünmüyordu. Amerika Birleşik Devletleri gibi kendisini özgürlük ve demokrasinin merkezi sayan bir ülkede dahi ırk ayrımlarının 1950’lere kadar de jure sürmesi bunun açık kanıtıdır. Avrupalıların yönettiği Güney Afrika Cumhuriyeti’nde çok yakın bir tarihe kadar pek çok işyerinde “köpekler ve siyahlar giremez” yazılarının asılı olması da bir tesadüf değildir.
Avrupalı devletler dünyanın dört bir tarafından siyah, sarı ve diğer renklerden insanları idare etmelerine rağmen İkinci Dünya Savaşı’na kadar Avrupa’da hatırı sayılır bir Afrikalı veya Asyalı azınlık yoktur. Osmanlı yıkılırken pek çok dil, din ve ırktan insanı arkasında bırakırken örneğin Almanya’da dikkate değer bir Afrikalı azınlık grup görmek mümkün değildir. İkinci Dünya Savaşı’na kadar Fransa, İtalya, Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde kayda değer bir Müslüman azınlığın olmaması da şaşırtıcıdır. Oysa ki İslam dünyası bu devletlere çok yakındır. Buna karşın İslam devletlerinde Hristiyanlar ve Museviler oldukça geniş kitleler halinde ve yüzlerce yıl yaşamayı başarmışlardır.
Batı’nın ırkçılık ve yabancı düşmanlığı hastalığı kadim olduğu kadar diridir de. Almanların Yahudileri soykırıma uğrattığı tarih bugünden sadece 65-70 yıl öncedir, daha fazla değil. Üstelik, soykırım suçu sadece Alanlara özgüymüş gibi gösterilse de, bu doğru değildir. Fransızlar, Yunanlar, Polonyalılar ve daha nice Avrupa devleti Yahudilere ve Çingenelere o yıllarda soykırım benzeri saldırılarda bulunmuşlardır.
İngilizce’de bir deyim vardır, “bir leopar, kendi noktalarını değiştiremez” (a leopard cannot change its spots) denir. Yani hiç kimse kendinde olan temel özellikleri kendisi değiştiremez. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı da Batı’nın karakterine sinmiştir, onu o yapan temel değerlerden biri haline gelmiştir… Yanlış anlaşılmasın, bunları söylerken Batı medeniyetinin sadece kötülükten oluştuğunu söylemeye çalışmıyorum, tam aksine Batı medeniyeti dünyanın en büyük medeniyetlerinden biridir. Ancak iyi özellikleri bulunduğu kadar, ırkçılık ve dincilik gibi olumsuz yönleri de elbette vardır.
Batı’nın bu hastalıklardan kurtulamadığının en güzel örneği Bosna’da ortaya çıkmıştır. Hristiyan Sırplar Bosna’da korkunç katliamlara girişmiş, hatta soykırım girişiminde bulunmuşlardır. Buna rağmen Avrupa’nın pek çok devleti ırkçı ve dinci bir yaklaşımla Bosnalıların katledilmesini seyretmişlerdir. Aynı şekilde Almanya’da Türklere karşı gerçekleşen çok sayıda ırkçı saldırının altında da özetlemeye çalıştığımız dinci-ırkçı bu evrim yatmaktadır.
BATI’NIN ÇİRKİN YÜZÜ
11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Batı’da İslam dini düşmanlığı adeta patlama gösterdi, Hristiyancı dincilik ve onunla bağlantılı yabancı düşmanlığı hızla yayıldı. 2001 yılından sonra, Avrupa’nın en liberal bilinen Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerinde dahi başka ırk ve dinlere hakaret siyasette prim yapmaya başladı, ana akım siyaset ırkçılığa doğru kaydı.
Denebilir ki 1990’lı yıllarda medeniyet çatışmaları teorilerini yazanlar, 2000’li yıllarda bu teorinin içini doldurmayı başardılar…
Irak ve Afganistan’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgali ise kadim hastalıkların hortlamasıyla sonuçlandı. Özellikle ABD askerleri bu ülkelerde akıl almaz işkencelere imza attılar. Ebu Gureyb Hapishanesi’nde yaşananlar bunun açık kanıtıdır. Aynı şekilde Guantanamo Kampı’nda yapılan işkence ve kötü muameleyi kelimelerle dahi anlatmak mümkün değildir… Irak ve Afganistan’da ABD askerlerince katledilen sivil sayısının ise 1 milyona yaklaştığı tahmin edilmektedir. Pek çok olay göstermektedir ki Amerikalılar bu bölgelerde insanlara ikinci sınıf insan, hatta ‘insanın altında bir varlık’ gibi davranmıştır.
ABD’nin terör tehlikesi bahanesiyle çok sayıda başka ülke vatandaşına işkence etmek üzere Mısır gibi ülkelerde üsler kurduğunu, hatta Amerika yasalarına girmemek için hava araçlarını işkence yapılan karakollara çevirdiğini de biliyoruz.
CIA İŞKENCE RAPORU
Kısacası, ABD’nin, özellikle de CIA’in işkenceyi düzenli olarak kullandığından tüm dünya haberdardı. Ne var ki ABD Senatosu İstihbarat Komisyonu’nun hazırladığı 6200 sayfalık CIA raporunun Beyaz Saray tarafından yeniden düzeltilip özetlenen 524 sayfalık versiyonu CIA, ABD ve işkence hakkında tüm bildiklerinizi değiştiriyor:
CIA, gözaltına aldığı şüphelilere matkapla dahi işkence yapmış…
İnsanlara ailelerinin öldürüleceği, hatta ailelerine tecavüz edileceği, tutuldukları yerlerden canlı çıkamayacakları vs. söylenmiş…
CIA, geliştirdiği pek çok işkence yöntemini şüpheliler üzerinde kullanmış. Bazı mahkûmlar tuvaletlerini yaptıkları yerlerde yaşamaya zorlanmışlar…
Kimi şüphelilere ise boğulma hissi veren yöntemler uygulanmış…
Günlerce uykusuz bırakılan, tecavüz edileceğine dair tehditlerle korkutulan, aile mensuplarının ele geçirildiğini ve her an öldürüleceklerini düşünen şüpheliler mahkemeye çıkarılmadan CIA eliyle cehennem azabı yaşamışlar…
İşkence yapılan bazı şüphelilerin ise masum oldukları aslında biliniyormuş, buna rağmen suçsuz insanlara işkenceye yapılmaya devam edilmiş…
Aklını yitireni mi ararsınız, sakat kalanı mı?
Üstelik bu işkencelerin bir kısmı üst yetkililerin bilgisi dâhilinde ve ülkeyi kurtarmak için yapılmış… Zaten dönemin ABD Başkanı George Bush da yapılanları onaylıyor, hatta işkencecileri ‘kahraman’ olarak nitelendiriyor…
ORTAÇAĞ’DAN BETER
Bu manzaraya baktığınızda insanlığınızdan utanıyorsunuz… Bu kadar da olmaz diyorsunuz… ABD, üçüncü dünyada eleştirdiği hangi rejim varsa hepsinin yaptığı işkence ve kötü muameleyi katlayarak gerçekleştirmiş…
CIA raporunun sayfalarını bir bir geçerken kendimi Orta Çağ hapishanelerinde hissettim, bunu yapan kişiler insan olamaz dedim…
Aynı zaman dilimine denk gelen Ferguson ve sonrasında gelişen olayları dikkate aldığımızda, ABD’nin ırkçılık ve dincilik ile büyük bir sorunu olduğunu rahatça görebiliyoruz. Basına yansıyan haberlerden görüyoruz ki beyaz Amerikan polisinin siyahlara karşı hiçbir sempatisi ve hoşgörüsü yok. Ferguson şehrinde siyahi şüpheliyi sırtından vuran polise hiçbir ceza verilmedi. Aynı şeklinde başka bir örnekte astım hastası siyahi bir şüpheli birkaç beyaz polis tarafından yere yatırıldı, zanlının “nefes alamıyorum” şeklindeki yalvarmalarına rağmen yüzü yere yapıştırılarak ölmesi seyredildi. Elbette bu olayda da polislere hiçbir ceza verilmedi…
Amerika’ya gidenler bilirler, alt tabaka işlerde daha çok siyahları ve Hispanikleri görürsünüz. Özellikle New York gibi metropollerde tezgahtarlar daha ziyade siyahidir veya Hispanik. Buna karşın beyaz bir Musevinin tezgahtarlık veya marketlerde güvenlik görevlisi işini yaptığını görmeniz zordur. Başka bir deyişle, ABD’de kast sistemi Hindistan’dan bile daha sert görünmektedir. Sistem görünüşte herkese açıktır, ancak bazılarına daha fazla açıktır…
ABD, AHLAKİ LİDERLİĞİNİ KAYBEDİYOR
Bu manzaraya baktığımızda ABD’nin Irak ve Afganistan’da sadece büyük bir maddi kayba uğramadığını, bundan çok daha kıymetli olan ahlaki liderliğini de kaybettiğini görebiliyoruz. Ebu Gureyb, Guantanamo ve CIA İşkence Raporu’na bakıp da Amerika’ya hala hayranlık besleyebilmek kolay değil. ABD’nin bundan sonra diğer ülkelere insan hakları konusunda söz söyleyebilmesi kolay değil.
En son CIA Raporu’ndan sonra Amerikalı suçluların yargılanması ve en ağır cezaları alması şart. Bunu Amerikalı mahkemeler yapamayacaksa uluslararası mahkemeler yapmalıdır. Bunun için tüm dünyanın mücadele etmesi gerekir.
BİZ, ÇOK MU İYİYİZ?
Ferguson’da meydana gelen olaylar ve CIA işkencelerinden sonra bizdeki bazı gazeteler ilginç sonuçlar çıkarmaya başladılar: “Gördünüz mü, Gezi olayları onlarda da oluyormuş”, “gördünüz mü, işkence ABD’de de oluyormuş”.
Evet, insanın olduğu her yerde insanın insana eziyeti az veya çok ama mutlaka olur... Bir diğerinin yüz kızartıcı suçundan dolayı kendinizdeki yüz kızartıcı suçları meşrulaştırmaya kalkarsanız bu da kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülüktür…
Bu arada unutmamak gerekir ki ABD’nin işkence ve insan hakları karnesini ortaya çıkaran da yine ABD’nin kendisidir... İşkence yapan Amerika’ya karşı bunu raporlaştıran ve dünyaya ilan eden bir Amerika da vardır. Ebu Gureyb Hapishanesi’ndeki rezillikleri ortaya döken Türk veya Arap gazeteciler değil, yine Amerikalılardır. Aynı şekilde Amerika, Ferguson olayları nedeniyle başka bir devleti veya karanlık güçleri suçlama kolaycılığına kapılmamaktadır... Bu da, ne kadar hasta olursa olsun Batı medeniyetinin gücünü göstermektedir. Karşımızda kendisini eleştirebilen ve yanlışları gidermeye çalışan diri bir medeniyet vardır. Buna karşın 12 Eylül işkencelerini Türk kurumları ortaya çıkaramamış, kendisini sorgulamayı başaramamıştır. En önemlisi, Türkiye içinde düşünceyi ifade özgürlüğü bugün dahi tesis edilebilmiş değildir. Medya kuruluşları, Cumhuriyetin hiçbir döneminde muktedirlere esaslı bir karşı çıkış yapamamışlardır. Türkiye, karşılaştığı sorunlarda suçu görünmeyen düşmanlara atmakta, meselede sosyolojik ve siyasi sorumluları görmezden gelmektedir...
Özetle, Türkiye ve benzeri devletler de 20. yüzyıl ve sonrasında insanlara kötü muamelede ABD’nin karnesine yaklaşmalarına, hatta geçmelerine rağmen bu durumdan çıkacak araçlara sahip olamamışlardır. Kabul etmemiz gerekir ki ABD medyası ve sivil kurumları Türkiye’deki benzerlerinden fersah fersah daha özgürdür. Aynı şekilde ABD Kongresi Türkiye’deki Meclis ile kıyaslanamayacak kadar çok sesli ve özgürdür…
Bir diğer gerçek ise ABD devleti daha çok başka ülke vatandaşlarına eziyet ederken, Türkiye benzeri devletler hatalarını kendi vatandaşlarına karşı yapmaktadır…
Bu arada, CIA’in işkencelerinde Türkiye’nin nasıl bir rol oynadığının da tespit edilmesi gerekiyor. Resmi verilere göre en az yüzlerce şüpheli Türkiye üzerinden CIA’e teslim edilmiş. Bunların büyük bir kısmının işkenceden geçirildiğini biliyoruz. Elbette bunu Türkiye Cumhuriyeti devleti de biliyordu. Bu durumda zanlılar, işkence yapılacağı bile bile nasıl AB’ye teslim edildi, CIA’in işkenceleri için Türkiye toprakları kullanıldı mı? Tüm bu soruların cevabının bulunması suça ne kadar iştirak ettiğimizi öğrenmek için elzem…
Başa dönecek olur isek, Batı medeniyeti vicdansız ve kalpsiz bir aklın rehberliğinde vahim hatalar yapıyor. Ne kadar çoğulcu olmaya çalışsalar da, medyaları ne kadar özgür ve güçlü olsa da aynı kadim hastalıklarla gelecekte tekrar tekrar karşılaşacaklar. Çünkü saf aklın bizleri götüreceği yer her zaman felakettir…
Buna karşın ortada Doğu diye bir şeyin kalmadığını söylemek mümkün. Ne yazık ki Doğu görünümlü pek çok Batı taklidinden biri de ülkemiz… Türkiye de diğer Doğulu ülkeler gibi alternatif bir medeniyet önerisi ortaya koyamıyor. Doğu, insan haklarında Batı’yı geçemediği gibi her iki medeniyetin arızalarını da bünyesinde taşıyarak yoluna devam ediyor…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.