Kimlik krizi ve tarihî devamlılık
Selmân el-Fârisî (r.a) şöyle demiş: "Sonra gelenler, ilmi önce geçenlerden öğrendiği sürece insanlar hayır üzeredir. Ne zaman ki sonra gelenler kendilerinden öğrenmeden önce geçenler göçüp gider, işte o zaman insanlar helak olur."1
Bu hikmetli sözün bize anlattığı şudur: Bizi istikamet üzere tutacak olan ilim, (elbette burada söz konusu olan "naklî ilimler"dir), her bir neslin kesintisiz biçimde Efendimiz (s.a.v)'e dayanan silsilelerle öğrenip aktardığıdır. Burada iki unsun karşımıza çıkıyor: İlmin kaynağı ve kesintisiz silsilelerle öğrenilip aktarılması.
Bizi istikamet ve salah üzere tutacak olan bilginin Efendimiz (s.a.v)'e, dolayısıyla vahye dayanıyor olmasını kolaylıkla anlayabiliyoruz. Hidayetin kaynağının, aynı zamanda sahih bilginin de kaynağı olmasında elbette şaşılacak bir durum yok. Burada üzerinde durmamız gereken iki nokta var: Sahih bilginin, o kaynaktakine uygunluğu ve bizi o kaynağa bağlayan silsilenin kritik ve ikamesiz rolü. Birbiriyle son derece sıkı bir irtibatı bulunan bu iki noktayı sırasıyla açalım:
Birinci nokta, Efendimiz (s.a.v)'den nakledilen bilginin, Kur'an ve Sünnet'in yani, alternatifsizliğidir. İnsanoğlunun "hakikat"ten bahsedebileceği, hakikatten bahsederken kendisine atıf yapabileceği biricik alan burasıdır. Her türlü aklî faaliyeti, ancak bu alanla örtüştüğü ölçüde hakikate uygun addedebiliriz. Vahiy insanlara bir "örnek" olarak değil, "ölçü" olarak gönderilmiştir.
Bu "biricik" hidayet ölçüsü, Efendimiz (s.a.v)'in de, ümmetinin de ittiba etmekle yükümlü olduğu alternatifsiz ve ikamesiz tek kriterdir.2 Ona alternatif üretmek de, tıpkı onu değiştirmeye kalkışmak kadar büyük bir cürümdür ve bizzat kendisi tarafından kesin biçimde reddedilmiş/yasaklanmıştır: "Onlara açık ayetlerimiz okunduğu zaman, Bize kavuşmayı ummayanlar, "Bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir" dediler. De ki: "Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değil. Ben ancak bana vahyolunana tâbi olurum, başkasına değil. Şüphe yok ki, ben Rabbime isyan eder olursam büyük bir günün azabından korkarım.”3
Mahalle baskısı, direnmesi zor bir baskıdır. Hele "küresel"i söz konusu olduğunda ona direnmek başlı başına bir "mesele"dir. Çağdaş dünyanın değer yargılarıyla çatışma teşkil eden vahyî hakikatlerin örselenmeden, zedelenmeden muhafaza ve müdafaasının ne kadar "ağır bir yük" olduğu, onu omuzundan atmayı tercih edenlerimizin sayısının gün geçtikçe artmasından belli değil mi?
Allahu a'lem, "(Akıllarınca) onlar sana vahy etdiğimzden başkasını uydurub bize (atf ve) iftira edesin diye seni bile hemen hemen fitneye düşürecekler, o takdirde seni (candan) dost edineceklerdi"4 ayeti Efendimiz (s.a.v)'den çok bizi anlatıyor gibi…
İkinci nokta, bizi o kaynağa bağlayan sahih ve kesintisiz silsiledir. Doğru bilginin mevcudiyeti maksadın husulü için yetmez, ona sahih biçimde ulaşabiliyor olmak da şarttır. İşte medrese sisteminin ve "icazet" usulünün ne denli alternatifsiz olduğu tam bu noktada dikkatimizi çekiyor. Doğru bilgili elinde bulunduranlarla temasın kesildiği nokta, medreselerin kapatılıp, ulemanın itibarsızlaştığı sürece denk geliyor. Ve dikkat edin, yaşamakta olduğumuz "kafa karışıklığı" da tam bu noktada ortaya çıkıyor.
Selmân el-Fârisî (r.a)'ın bu hikmetli sözü, modern zamanlarda yaşadığımız kimlik krizinin savrulmanın sebebini de, çözümünü de son derece hikmetli bir tesbit olarak önümüze koyuyor. Gündemimize şöyle bir bakın: tartışmadığımız mesele yok. En cüz'î fıkhî meselelerden, en temel ve çetin itikadî meselelere kadar herşeyi büyük bir gözü karalılıkla tartışıyoruz. Bu "arayış", yolunu kaybetmişlerin, yoldan da, yolculuktan da, hedeften de emin olmayanların arayışı.
Fazla söze ne hacet!
1Ahmed b. Hanbel, Kitâbu'z-Zühd, 189; ed-Dârimî, "Mukaddime", 11 (No: 248, 310).
26/el-Enâm, 50; 5/el-Mâide, 16…
310/Yûnus, 15.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.