''Yeni yeni geceleri''
Büyük amcam (babamın amcası) yıllar öncesinin Batum’unda ticaret yapar, çuvalla para kazanırmış…
1917 başlarında ortalık karışır gibi olunca, dükkânı kapatmış…
Bir çuval “Nikola Parası”yla (böyle diyorlardı), Rusya düzeldiğinde Batum’a dönüp bıraktığı yerden ticarete devam etmek üzere, Türkiye’ye dönmüş (üzerinde çar Nikola’nın fotoğrafı bulunan kâğıt ve madeni paralarla dolu torbalardan bazılarını gözlerimle gördüm).
Ne var ki, o arada Ekim Devrimi (1917) gerçekleşmiş, komünistler iktidara gelmiş, “Nikola Parası” tedavülden kaldırılmıştı…
Doğal olarak da büyük amcamın elleri böğründe kalmıştı…
Yalnız ve beş parasız…
Sonra ne yaptıysa tutunamadı garibim. Komünistlerden yediği ekonomik darbeyi de hiç unutamadı.
Böylece, salt babamın kazandıklarına kalan aile fakirleşmişti.
Zaten o tarihlerde ülkeyi fakirlik, yokluk, kıtlık, yalnızlık götürüyordu.
Anlayacağınız çocukluğum, aristokrat çocuklarının parıltılı çocukluğu gibi geçmedi…
Hiçbir zaman “bir eli yağda, bir eli balda” havasında yaşamadım.
Doyduk, ama dolmadık.
Buna rağmen, çocukluğumu her hatırlayışta içim öyle sımsıcak oluyor ki, tarifi imkânsız.
çocukluğumun tertemiz dünyasından elbette izler var hayatımda! Bir bakıma günü anlatmanın en iyi yolu tarihe gitmektir…
Ancak kıyamete kadar varlığını sürdüreceğini zannettiğim bazı ritüeller unutulup gitmiş. Köyümün çocukları, benim çocukluğumda oynadığım oyunlarla, geleceğimi şekillendiren geleneklerle haşir-neşir değiller…
Amerikanvarî bir hayat anlayışı sadece büyük şehirlerden taşıp köyleri bile avuçlamış…
Ne Hicrî, ne Milâdî, ne de Rumî yılbaşlarında artık kimse “yeni yeni geceleri” yapmıyor.
Yılbaşlarında gece olmasını iple çeker, çıralar, fenerler eşliğinde kapı kapı dolaşır, her kapının önünde “yeni yeni geceleri”ni söylerdik.
“Yeni yeni geceleri/ Sağ olsun kocaları/ Yeni cami direk ister/ Söylemeye yürek ister…”
Kapı açılır açılmaz, daha önce hazırladığımız zembilin ucundaki ipe sımsıkı yapıştıktan sonra, zembili evin içine savurur, tekerlemeye koro halinde devam ederdik.
Eve dâvet etseler bile girmezdik. çünkü işin sırrı bozulurdu. Asıl neşe gizliliğindeydi. Ev sahipleri korodan sesleri teşhise çalışıp isimler sıraladıkça kahkahayı basardık.
Zembilimiz pastalarla, meyvelerle dolunca ipi çeker zembilin içindekileri “taşıyıcı” çocuğun sırtındaki çuvala boşaltırdık. (Yiyebildiğimizi yer, kalanını fakirlere dağıtırdık. Yani yeni yıl gecesi, bizim için, varlıklılardan aldıklarımızı fakirlere ulaştırma gecesiydi)
Noel nedir bilmezdik…
Hindi doldurup “Noel yemeği” diye yemezdik…
İçki içmezdik…
Karadeniz’in ağaç bolluğunda çam filan da süslemezdik.
Hâlbuki “takvim devrimi” çoktan yapılmış, 1 Ocak 1926’da, daha önce kullanılan Rumî ve Hicrî Takvimlerin yerini Miladî Takvim almıştı.
Yine de biz farkında değilmiş gibi yapar, kamusal alanla fazla haşir-neşir olmadığımızdan, rahat rahat kendi dünyamızı yaşardık.
Şimdi garip gibi geliyor ama “saat devrimi” ve “takvim devrimi” gibi devrimler esnasında, mutlaka bazı milletvekilleri TBMM kürsüne fırlamış, muhtemelen Milâdî Takvim sayesinde “çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine” nasıl çıkacağımız, nasıl “medeni milletlerin bir rüknü” haline geleceğimiz konusunda parlak nutuklar atmışlardır.
İstemeyenler de herhalde geleneklerimizden filan söz etmişler, Hicrî Takvim’in dini özelliği olduğunu vurgulamışlardır.
Sonunda devrim gerçekleşmiş. Alişan Efendimiz’in Mekke’den Medine’ye hicretini esas alan “Hicri Takvim” bırakılmış, yerine “Gregoryan stili Miladi Takvim” kabul edilmiş.
Bu sayede Avrupalılaşıp “medeni milletlerin bir rüknü” haline dönüşmüş müyüz bilmiyorum, bildiğim şu ki, “Avrupalılaşma-medenileşme” isteğimizi, yakın tarih boyunca, (teey Tanzimat’tan bu yana) her toplumsal değişimin önüne koyduğumuz halde, Avrupalılar nazarında “Avrupalı” sayılmıyoruz. Sınırını Meriç’ten çizip bize boş veriyorlar. Sarkozy “Bunlar Asyalı” deyip duruyor.
Anlaşılan denemeler, devrimler filan bizi Avrupa’ya ulaştıramamış. Ulaştırabilseydi, “Avrupalılaşmak” uğruna hâlâ çırpınır durur muyduk?
Yıllar önce saltanatı ve hilafeti kaldırmayı kabul ettik; sonrasında alfabelerini kabul ettik; kılık kıyafetlerini kabul ettik; müziklerini kabul ettik, saatlerini kabul ettik, takvimlerini kabul ettik...
Yine de kendimizi kabul ettiremedik, ne tuhaf!
Yeni yıllar, köyümde bile Milâdî Takvim esasına ve usulüne göre kutlanıyor, ama çocuklar “yeni yeni geceleri” yapmak nedir bilmeden büyüyorlar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.