Kerime Yıldız

Kerime Yıldız

Özhan Eren, Bu Hatâyı Nasıl Yaptı?

Özhan Eren, Bu Hatâyı Nasıl Yaptı?

Çanakkale bahsini, Son Mektup filmi ile şimdilik noktalayalım. Şimdilik diyorum; zîrâ, önümüzde kara savaşları var.

Daha evvel de yazdığım gibi târihî filmlerden beklentim, çocukların ve gençlerin, kendi târihleri ve ecdâdıyla ilgili olarak târih kitaplarında bulamadığı heyecânı yakalamasıdır. Bu mânâda “Son Mektup” çok başarılı. Eksikleriyle birlikte tam bir Çanakkale deniz zaferi kahramanları resmî geçidi olmuş. Tabi, deniz savaşını anlatırken tayyârecilik  târihimize yer vermesi de çok mühim. Nedense Sabiha Gökçen’den öteye gidemeyen bir tayyâre târihimiz vardı bugüne kadar.

Özellikle, Nusrat’ın kaptanı Yüzbaşı Hakkı ve Müstahkem Mevkii Kumandanı Cevat Bey’i çok beğendim. Seyit Onbaşı ve Rumeli Mecîdîye Tabyası komutanı Hilmi Bey’i gözlerim aradı. Yönetmenin tercihi diyelim ama, onlarsız Çanakkale zaferi eksik kalır. Hattâ, Rumeli tabyasını vaktiyle yaptıran Abdülhamid Han da anılmalıydı bana göre.

Filmleri sinema kriterleri ile eleştirmek benim işim değil. Haddimi aşmış olurum. Ama, savaş filmi ile ağır festival filmi arasında gidip geldim dersem yalan olmaz. Özhan Eren’in 120’si hâlâ hâfızamda ve her seferinde aynı heyecânla seyrediyorum.  Teknik olarak o film belki daha iyi çekilebilir ama, aynı ruhla asla çekilemez. Son Mektup, belki teknik olarak çok iyi fakat, 120 bambaşka. Bana göre Özhan Eren, 120’yi aşamamış.

Son Mektup’daki  Nihal Hemşire, Çalıkuşu’ndan kopye bir tipti. Hastaneye geldiğinde kendisine gösterilen odaya giriş sahnesinde, Zeyniler Köyü’ndeki harâbe mektebe giren Feride’yi gördüm. Küçük Fuad’a sâhiplenişi de Feride’nin Munise’ye sâhiplenmesi gibiydi. Nihal Hemşire, savaş başlayınca panikledi. Böyle bir hemşireden ziyâde, Safiye Hüseyin gibi bir hemşire beklerdim.

Yönetmenin “Mustafa Kemal’den bahsetmezsem eleştirilirim.” endişesi çok belli. Ama, konu deniz savaşı olunca bu imkânsız. Bu yüzden, Sâlih Ekrem’i kara savaşlarına da göndermiş. Mektubunda Mustafa Kemal’den bahsetmesini temin etmiş. Lüzûmsuz bir endişe bence. Hikâye, kara savaşlarında geçmiyor.

Filmin sonunda ilginç bir ayrıntı vardı. Yönetmenin küçük Sâlih Ekrem’deki papyon tercihi dikkâtimi çekti. Açıkçası, filmin sonunda hayal kırıklığına uğradım. Belki de yönetmen, bu hayal kırıklığını anlatmak istedi. “Çanakkale şehitlerinin torunları, Çanakkale’ye saldıranlara benzedi ve Çanakkale’yi unuttu.” demek istedi. Zîrâ, filmin başında, savaş olacak diye ülkeyi terkedip Avrupa’ya gidenlerden bahis var. Sâlih Ekrem’in kızını da onlar büyütüyor.

Gelelim târihi hatâlara…

Evvelâ; Cevat Paşa, savaş esnâsında paşa değildi. Zaferden sonra terfi edip paşa oldu.

İkinci olarak; bildiğim kadarıyla Nusrat’ın döktüğü mayınlar depoda mevcuttu. Filmde “İstanbul’dan gelen mayınlar” olarak bahsediliyor.

Son olarak ve en mühimi… Hikâye, 1915’de geçiyor. Kırk yıl sonra ise Nihal Hemşire, kendisine emânet edilen mektubu, Sâlih Ekrem’in kızı Gülmelek’e ulaştırıyor. Yâni, 1955’de. Sonra, hep berâber Çanakkale’ye gidiyorlar. Karşıdan, Çanakkale Şehitleri Âbidesi görünüyor. 

Abidenin temelleri 1954’de atıldı. 1960’da yapımı bitti. Dolayısıyla 1955’de âbide yok; sâdece temeli var. Müsâadenizle buna yönetmenin tercihi diyemeyeceğim. Yönetmen, senarist veya târih danışmanı... Artık her kimin cehli ise bilemiyorum.

iki yıl titizlikle çalışılmış bir senaryoda, bu hatâlar olmamalıydı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Kerime Yıldız Arşivi