Ayasofya’yı Unuttuk
1453’te İstanbul’u kuşattığı zaman Fatih Sultan Mehmed Han, son Bizans imparatoruna elçi göndermiş ve şehri teslim ettiği takdirde halka ve mallarına hiçbir zarar gelmeyeceğini, kendisine de Mora’da krallık verileceğini bildirmişti. İmparator bu teklifi kabul etmemiş, şehir savaş ile ele geçirilmişti. Fatih Ayasofya’yı cami haline getirmiş ve bir vakfiye (vakıf senedi) yazdırmıştı.
Bu vakfiye Arapçadır ve halen elimizde nüshaları bulunmaktadır.
Adıgeçen vakfiyenin sonunda şu cümleler yer almaktadır:
“Allah’a ve âhirete iman eden hiçbir kimse için; sultan olsun, melik olsun, vezir olsun, bey olsun, şevket ve kudret sahibi biri olsun, hâkim veya mütegallib (zâlim ve diktatör) olsun; özellikle zâlim ve diktatör idareciler tarafından tâyin olunan, fâsid bir tahakküm ve bâtıl bir nezâret ile vakıflara nazır (bakan) ve mütevelli (idareci) olanlar olsun ve kısaca insanlardan hiçbir kimse için, bu vakıfları eksiltmek, bozmak, değiştirmek, tağyir ve tebdil etmek, vakfı kendi haline bırakıp terk etmek ve fonksiyonlarını ortadan kaldırmak, asla helâl olmaz.
Kim, bozuk teviller, hurafe ve dedikodudan öteye geçmeyen batıl gerekçelerle, bu vakfın şartlarından birini değiştirirse veya kanun ve kurallarından birini tağyir ederse (başka şekle sokarsa); vakfın değiştirilmesi ve ibtali (batıl, geçersiz olması) için gayret gösterirse; vakfın ortadan kalkmasına veya maksadından ve amacından başka bir amaca çevrilmesine kasd ederse, vakfın temel hayır müesseselerinden birinin yerine başka bir kurum ikame eylemek (temel müesseselerden birinde taviz vermek) ve vakfın bölümlerinden birine itiraz etmek dilerse veya bu manada yapılacak değişiklik veya itirazlara yardımcı olursa yahut yol gösterirse veya Şer’-i şerife (Şeriata) aykırı olarak vakıfta tasarruf etmeye kalkışırsa, mesela Şeriata ve vakfiyeye aykırı ferman, berat, tomar veya talik (her türlü resmî yazışma ve karar)........ kısaca bâtıl tasarruflardan birini işlerse yahut bu tür tasarrufları tamamen geçersiz olan- yazılı kayıtlara ve defterlere kayd eder ve bu haksız işlemlerini yalanlar yumağı olan hesaplarına katarsa, açıkça büyük bir haramı işlemiş olur, günah olan bir fiili irtikab etmiş olur.
Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti böyle yapanların üzerlerine olsun.
Ebediyen cehennemde kalsınlar,
Onların azapları asla hafifletilmesin,
Onlara ebediyen merhamet edilmesin.
Kim bunları duyup gördükten sonra değiştirirse vebali ve günahı üzerine olsun.
Hiç şüphe yok ki, Allah her şeyi işitir ve her şeyi bilir.
Haksız bir şekilde bu vakıflara tağyir, ibdal, tahrif ve ibtal şeklinde müdahale ve tecavüz eyleyen insan, ölümle karşılaştığı anı, sekerat-ı mevti, kabri müşahade ettiğini ve onun karanlığını, tabutu ve onun içindeki yalnızlık ve vahşeti, Münker meleğini ve heybetini, Nekir meleğini ve onun dehşetli darbelerini, Münker ile Nekir’in sorgulamalarındaki dehşeti; bütün insanların alemlerin Rabbinin huzuruna çıktıkları günde kendisinin de Allah’ın huzuruna çıkacağını, o gün hiçbir nefsin bir diğer nefis için hiçbir şeye malik olamayacağını ve o gün her şeyin dizgininin Allah’a ait bulunacağını hatırlasın.
Kim Allah’ın Kitabına ve Resulullahın Sünnetine muhalefet ederse, Allah ve Resulünün haram kıldığını helalleştirmeye çalışırsa, Müslüman kardeşinin vakıflarını bozmaya, hayırlarını tahrif etmeye ve hasenatını ibtal eylemeye gayret gösterirse ve mü’minin hayır müesseselerini fonksiyonsuz hale getirmeye taarruz ederse artık Allah’ın gazabı ile (Hesap Gününe) dönmüş olur; onun son durağı ve oturağı Cehennemdir.
Cehennem ne kötü bir varılacak yerdir!.. Allah onun hesaba çekicisi, azabın en azgın olanlarıyla azaplandırıcısı ve ikabın kanunlarıyla cezasını vericisidir.
“O gün zalimlere ileri sürecekleri mazeretleri fayda etmeyecektir; onlar için sadece lanet vardır; onların varacakları Cehennem ne kötü bir menzildir.”
“O gün her nefis kazandığı günahlar sebebiyle rezil ü rüsvay olacaktır; o gün zulüm yoktur; şüphesiz Allah hesabı çok hızlı yapandır.”
Bütün bunlardan sonra, vakfın ecr ü mükafatı Hayy ve Kerim olan Allah’a, O’nun rahmetine, herkesi kucaklayan ihsanına, nimetine ve büyük fazlına aittir.
Hiç şüphe yoktur ki, Allah güzel amel işleyenlerin (iyilik yapanların) ücretlerini zayi kılmaz.”
Evet, İstanbul’un fatihi, Sultan İkinci Mehmed Gazi Han hazretleri, Ayasofya vakfiyesinde böyle yazdırmıştır.
Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri hem gazi hem de şehiddir. Son seferine çıktığı zaman, Yahudi Dönmesi Hekimbaşı Yakup paşa (Maestro Iacobo) tarafından zehirlenerek can vermiş, şehid olmuştur.
İmdi Türkiye Müslümanları iyi bilsinler ve bir an hatırlarından çıkartmasınlar ki, vakfiyedeki lanetler, beddualar, manevî tehditler hepimizin üzerinde bir uğursuzluk bulutu olarak durmaktadır.
Bizler hafızalarımızı yitirmiş, yahut gaflet etmiş olabiliriz ama bu yitirme ve gaflet; tehditleri, lanetleri, bedduaları ortadan kaldırmaz.
Eskiden bu memlekette hürriyet yoktu, demokrasi yoktu, sesini çıkartmak yoktu. Bugün, yüzde yüz olmasa bile bunlar var. Artık iyilikleri emr, kötülükleri nehy hususunda sınırlı da olsa hürriyete ve imkana sahibiz. Niçin Ayasofya ve ona benzer konularda bu hürriyet ve imkanı kullanmıyoruz?
Ayasofya’nın camilikten çıkartılması, ezanlarının susturulması, orada Allah’a ibadet edilmesinin yasaklanması; hem İslâm hukukuna ve şeriata, hem de laik ve seküler hukuka aykırıdır... Evrensel ve temel insan haklarına aykırıdır... Din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyetine aykırıdır... Millî menfaatlerimize, millî kimlik ve kültürümüze aykırıdır.
Niçin yasal sınırlar içinde bu haksızlıkları ve aykırılıkları tenkit ve protesto etmiyoruz?
Niçin haklarımızı aramıyoruz?
Niçin Fatih Sultan Mehmed Han’ın lanetinden ve bedduasından hem kendimizi, hem devleti, hem ülkeyi kurtarmak için gereği gibi çalışmıyoruz?
Heyhat heyhat heyhat!.. Müslümanların içinde şimdi öyle taifeler var ki, bırakın Ayasofya’yı tekrar cami yapmak, Dinlerarası Diyalog adına Hıristiyanlara vermeye hazırdırlar.
Bu memleketin seması kara ah bulutlarıyla kaplıdır. Sultan Abdülaziz’in ahı, Sultan Abdülhamid’in ahı... Fatih’in ahı, Ayasofya’nın ahı... İskilipli Atıf Efendinin ahı, Erbilli Şeyh Esad Efendinin ahı... Seher vakitlerinde idam sehpalarında can veren ulemanın, meşayihin, sülehanın ahları... Kapatılan medarisin, seddedilen tekaya ve zevayanın ahları... Binlerce, on binlerce ahlar...
Bütün bu ahlar bizleri yakar...
Unutmakla, gaflet etmekle kendimizi kurtaramayız.
Allahü Teala yüce Kur’an’da Müslümanları “Maruf (iyilik) ile emreden ve münkerden (kötülükten) alıkoyan” bir topluluk olarak vasf etmektedir. Biz niçin bu farizayı (emr-i maruf ve nehy-i münker) yerine getirmiyoruz?