Al mektuplarını; ver mektuplarımı!
Başbakan'ın Aydın Doğan'la tartışmasını, kendi köşemden hayretle, şaşkınlıkla izliyor, bir mânâ kondurmaya çalışıyorum, olmuyor. Şüphesiz vardır bir mânâsı fakat âciz ve sıradan zekâm buna kifâyet etmiyor. Benim gibi mahdut anlayışlı kimselere soruyorum, diyorlar ki, "Aa, koca başbakan, vardır bir bildiği ayol!.."
Tamam, aklım kıt, zekâm mahdut ama benim de kendime göre önyargılarım var. Diyorum ki, "Yahu, benim bilmediğim ve başbakanın bildiği şeyler olabilir fakat birisi bana bunları sıradan Türkçe ile anlatırsa anlayabilirim" Niçin anlayabilirim, çünkü "homo sum..."dur yani. İnsanların % 98'i benim gibidir, eğer basit ve sıradan şeyler, çok para harcanarak dehâ katkısıyla karmaşık hale getirilmemiş ise onu anlarlar. Gazeteciler bu espriyi en iyi kavramış kişilerdir meselâ.
Başbakan bir konuda Aydın Doğan'a göre avantajlıydı ama o şansını kaybetti. Şöyle ki; Aydın Doğan'ın muhakemesini besleyen, tepkilerini ve iddialarını yönlendiren danışmanlarını tanıyoruz; bunlar, her gün imzalarıyla köşe yazısı yazan âşinâ kişiler, çoğu yazar. Kabiliyetleri, sezgileri, manevra kabiliyetleri ile kalibresi, çapı bilinen insanlar fakat Başbakan'ın yakın danışmanları hakkında aynı nitelikte açık bilgi sahibi değiliz; değildik. O yüzden, "vardır koca başbakanın bir bildiği" varsayımlarının bir ucu, bilinmeyen, sisli bir bölgeye değdiğinde "bilinmeyene saygı" kaidesi muvacehesinde biz yine müphem ve boş bakışlarla başımızı sallayarak, "evet, herhal vardır bir bildiği" demeye devam ediyorduk. Artık böyle yapmıyor ve diyoruz ki, "Aa, ne yani, bu muydu?"
Neredeyse on günden beri devam eden ve her safhasında biraz daha ortalama zekâma hakaret edildiği intibâına kapıldığım bu mânâsız polemik bize şimdilik şunu göstermiştir ki ortada hiç de sıradan ferâsete takla attıracak, yüksek zekâlara dört kol çengi oynattıracak yüksek, karmaşık ve kavramaz bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Biraz tarihe meraklı olanlar bilirler ki, büyük savaşların sebepleri hem çok karmaşık fakat aynı derecede basit ve çocukça şeylerden ibarettir. Politikacılar ve akademisyenler, vuzuhu katledip yerine anlaşılmazlık ve kaos betonu dökmekte ırsî nitelikler geliştirdiklerinden biz tarih okumalarında savaş çıkaranları hep, "vah vah, adamcağız nasıl da mecbur kalmış da harp ilan etmiş" diye affeder dururuz...
Uzatmayalım; bu durumda iki ihtimâl söz konusudur, Bir: Başbakan, "su içsem yarıyor; bir ok atıyorum kebap oluyor" diye bâtıl bir inanca kapılarak danışmanlarını devre dışı bırakmış ve emprovizyonal bir tartışma açmıştır. İki: Danışmanlar da bizim gibi "normal" zekâlı, sıradan insanlardır; vesaire vesaire...
Bizim toplumumuzda, kendi aralarında bu gibi çıkar çatışmaları yaşayan insanlar, eğer oruç tutuyorlarsa, "şimdi oruçluyum abi, bilahire görüşelim" deyip iftardan sonra şöyle havadar bir yerde bir araya gelerek konuşuyor ve problemi çözüyorlar. Bir ucunda politikacı, öteki tarafta gazete patronu olunca anlaşmazlıklar zâhir böyle reyting nesnesi haline getiriliyor. Nedir öyle "Al mektuplarını, ver mektuplarımı" şekline dönüşmeye başlayan o sentimental sitemler, öfkeli profil "klark"ları...
Ben şahsen daha şimdiden bi taraftan Aydın Doğan'a acır ve sempati duymaya başlarken (inanmıyorum; bu kelimeleri yazan ben miyim, yoksa içime bir yerlere hapsedip zincirlediğim "kitle adamı" rûhu mu?) diğer taraftan, "vay canına, sen kalk Kelkit'ten buralara gel, Başbakanların kâbusu ol; müthişsin be abi" diye takdir duyguları geliştirmekteyim.
...
Ha, ne diyordum en son?
"Vay canına, sen kalk Kelkit'ten buralara gel, Başbakanların kâbusu ol; müthişsin be abi" diyordum...