Güvenememekle mi cezalandırılıyoruz?
Siyaset yapma tarzı din-laiklik ekseninden yolsuzluk eksenine kaymış bulunuyor.
Hayırlı olsun denilecek, hayra alamet bir gelişme değil bu. Siyasetin nihayet içine müzmin bir biçimde sıkışmış olduğu rejim ve laiklik sorunundan başka bir alana uzanması iyi bir şey, ama uzandığı yerin mahiyeti dolayısıyla sevinmek mümkün değil. Zaten siyasi aktörlerin bu alanda oynama tarzı Türkiye'yi gerçekten bir "temiz topluma" ulaştırma idealiyle uzaktan yakından ilgisi yok.
Herkesin herkes hakkında tutuğu dosyaların zamanı geldiğinde açıldığı, sonuçta "tencere dibin kara" seviyesinde bir yarıştan öteye gitmeyen bir mücadele tarzı bu. Üstelik yolsuzluğu konu etme tarzı da yine varıp dayanıp din-laiklik eksenine tekrar yapışmaktan siyasetin o kara deliğine yakalanmaktan da geri durmuyor.
Karşılıklı yolsuzluk suçlamaları başladığında artık kimin haklı kimin haksız, kimin daha kirli kimin daha az kirli olduğuna karar vermenin hiçbir anlamı da kalmıyor. Yolsuzluk iddiaları bir siyaset enstrümanı olarak kullanılmaya başlandığı andan itibaren herkesin vicdanı kirlenmeye başlıyor. Bu söylentileri duyanın kulağı, görenin gözü, hissedenin kalbi, düşünenin aklı kirleniyor. Basit bir rakibini haklama yolu olarak görülen bir suçlama bir süre sonra bumerang gibi dönüp sadece atanı vurmuyor atanın yanında bütün toplumu vuruyor.
Kötülüğün ne yazık ki yayılmacı, bulaşıcı bir özelliği vardır. O yüzden bireyin kendi sınırlarında kalan kötülükle alenen yapılan (kamusal alanda yapılan) kötülük arasında bir fark vardır. Bireysel alanda tolere edilebilen bir kötülük alenen yapıldığında normalleşir, uyumakta olan fitneyi uyandırır, bir süre sonra önemli sayıda insanın normal gördüğü, utanmadan ve alenen yaptıkları bir iş haline geliverir.
Deniz Feneri hadisesi hakkında istediğimiz kadar hüsn-ü zan besleyelim, bu mevzu dolaşmaya başladığı andan itibaren insanların kalbine yeterince kötülük isabet etmiştir artık. Biriktirmiş oldukları servetlerde fakirlerin ana sütü gibi yığınla hakkı olduğu halde, biriktirmeye devam eden, hayatları boyunca hiçbir insana hiçbir yardımda bulunmayan, hiç bir insanın derdini kendine dert etmeyenler, her türlü iyilik faaliyetini töhmet altında bırakarak başkalarının da iyiliklerine mani olmayı başarabiliyorlar. Kendileri cimrilik yapmakla kalmıyor başkalarına da cimrilik fikrini böylece aşılıyorlar. Hayırları kurutmak, vicdanları köreltmek, kalpleri kirletmek yeni bir siyaset tarzı değil, alabildiğine kadim bir insan karakteridir.
Bu kadim tarzın siyaset sahnesinde bu şekilde ortaya çıkmasının bir de ağır toplumsal maliyeti var. İnsanların birbirine güvenini telafi edilemeyecek biçimde zedeliyor. Güven seviyesi bir toplumun gücünü, hata bizatihi toplum olma niteliğini mümkün kılan bir değerdir. Modern toplumda güven en zengin "toplumsal sermaye rezervi" olarak görülür.
Birbirine güvenmeyen insanlardan oluşan, birbirine hiç bir saygısı olmayan bir topluma sahip olmak bir ülkenin başına gelebilecek en büyük felakettir. Ne yazık ki bu güveni tesis edecek, var olanı da koruyacak hiçbir ciddi kültürel hatta dinsel programımız yok. Siyasette veya ticarette rakiplerimizi harcamak üzere ilk başvurduğumuz enstrüman olarak görüldükçe hoyratça tüketilmektedir.
İnsanın başına gelebilecek en büyük felaket başka insanların kendisine güvenmemesi değildir. Bu yeterince kötüdür kuşkusuz, ama çok daha kötüsü, kendisinin başka insanlara güvenmemesidir. Yalancıların ve hırsızların bile maruz kaldıkları en büyük ceza başkalarının güvenini kaybetmeleri değil, aksine herkesi kendileri gibi zannettikleri için kendilerinin başkalarına güvenemeyişleridir. Güvenememek, gerçekten büyük bir cezadır.
Güven duymak, güven duyacağı bir insan çevresinde yaşamak insanların en temel insan haklarındandır. Bu güveni tesis etmek insanın öncelikle kendisinden, etkinlik alanlarında insanlara güvenmeye başlamasıyla başlar. Bazen kazıklanma riskini göze alarak güvenmek, hatta bazen kendisine yalan söylendiğini bilerek, bu yalanlara sırf güven duygusunun zedelenmemesi hatırına inanıyor gibi görünmek, çoğu kez bunu insanların yüzüne vurarak kaybedeceğimizden daha fazla şey kaybettirmez.
Güveni temin etmenin tek yolu saf olmak veya insanların saflığına saf saf inanmak değil tabi. İnsanın olduğu her yerde istismarın da ihtimal dışı olamayacağını bilerek en sağlam yolu mümkün bütün tedbirlerin alınmasıdır. Bu tedbirleri alırken de insanlara potansiyel hırsız muamelesi yaparak yine potansiyel bir fitneyi uyandırmamaya da ayrıca dikkat etmektir. Kurumlarımızda şeffaflığa, hesap verebilirliğe alabildiğine açık olmak, hesap verilemeyecek hiçbir adım atılmadığına dair yüksek bir güven telkin etmektir.
Hayır kuruluşları kuşkusuz önemli ve büyük işler başardılar, ancak hem "insanların kendileri hakkında bir hüccete sahip olmaması için", hem de toplumda çok kolay hedef haline gelebilen güveni temin etmek, örseletmemek, canlı tutmak gibi bir sorumlulukları da var. Bu konuda sergileyecekleri duyarlılık yürütmekte oldukları hayır işlerinden daha az değil çok daha "hayırlı" bir iştir.