Bizde “Aydın”ın Anlamı
Her kim Batılılaşma adına Avrupa ve Amerikayı örnek almaya davet ediyorsa, bilinsin ki o memleketini ve milletini batının kölesi yapmaya hizmet ediyor demektir. Bunu bilip bilmemesi kendileri açısından bir şeyleri değiştirir mi bilemem, ama bizim için önemli değildir.
Bizde aydın demek, başkaldıran ve eleştiren demektir. Batıda bu başkaldırı ve eleştiri kurulu düzen içindir ve belki de faydalıdır. Fakat bizde aydın inkarı, başkaldırısı ve eleştirisi, kesinlikle İslam Dinine karşıdır. O yüzden dindarları aydından saymama Batılılar arasında bir marifet sayılır.
Bu “aydın” tipinin ilk tanınmış Türk temsilcisi, pozitivisti Beşir Fuat (1852-1887)’tır. 1852 yılında doğan Beşir Fuat, ilk tahsilini Fatih Rüşdiyesi’nde yapar. Daha sonra Cizvitler Mektebinde okur. Fransızca'yı burada öğrenir. 1867-1870 yıllan arasında Askerî idadi, daha sonra ise Harbiye’de tahsiline devam eder. Harbiye’yi bitirdikten sonra çeşitli askerî görevlerde bulunur ve 1884’te askerlik ten ayrılır.
Beşir Fuat, pozitivizmin kurucusu Auguste Comte’un ve onun muakkipleri olan Littre, Claude Bernard, Spencer, Stuart Mil ve Lewes’in hemen bütün eserlerini okumuş ve benimsemiştir. Ayrıca materyalist ve ateist Ludwig Buchner’in de onun üzerinde önemli tesirleri vardır. Beşir Fuat, hayatı boyunca çevresindeki insanlara onların eserlerini tavsiye eder.
O ayrıca edebiyatta, pozitivizmin gereği olarak naturalizmi savunur. Yalnız Divan edebiyatına karşı değil, Tanzimat'tan sonra Batılı romanları taklit eden yazarlara karşı da saf ilim ve realizm adına şiddetle hücum edecek, Cumhuriyet devrinde Orhan Veli’nin yaptığı gibi teşbih, istiare, mecaz, nevinden edebî vasıtaların lüzumsuz olduğunu ileri sürecektir.
Çeşitli dergilerdeki yazılarıyla, neşrettiği veya neşredemediği halde devrin aydınları arasında elden ele dolaşan eserleriyle, pozitivizmin ve naturalizmin Türkiye'deki ilk tanınmış temsilcisi olan Beşir Fuat’ın, hem Abdülhak Hâmit, Recâizade Mahmut Ekrem, Sami Paşazade Sezai, Muallim Naci, Ahmet Mithat Efendi gibi çağdaşlan üzerinde, hem de Tevfik Fikret, Hüseyin Rahmi, Halit Ziya Uşaklıgil, Cenap Sahabettin, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Ziya Gökalp gibi daha sonra gelen nesil üzerinde ciddî tesirleri olmuştur.
İstanbul’da bilek damarlarını keserek ve nasıl öldüğüne dair notlar tutarak otuzbeş yaşında intihar eden ve cesedini de Tıp Fakültesine armağan eden bu ilk Türk pozitivist ve naturalisti, Türk edebiyatına ve Türk aydınlarına bir de önemli bir miras bırakır: “Bunalım ve Buhran.”
Bu miras ciddî bir şekilde Serveı-i Fünûn Edebiyatında (1896-1901) görülür. Servet-i Fünûncuların hemen hepsi pozitivist bir anlayışa sahiptir. Halit-Ziya, Mehmet Raüf, Hüseyin Cahit Yalçın ve Ahmet Şuayp’ın nesirlerini; Tevfik Fikret ile Cenap Şahabettin’in şiirlerini incelediğimiz zaman onların âde¬ta pozitivizmin esaslarını kendileri için bir “âmehtü” haline ge-tirdiklerini görürüz. Bunun en tipik örneği Tevfik Fikret’tir.(Rıza Bağcı, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi ve Modern Türk Edebiyatına Tesirleri, 221 vd.)
Batılılaşma bize bunalım ve buhran getirmiştir. Şimdi ülkemiz terör ateşiyle yanmakta, insanımız şehitlerine ağlamaktadır. İnanın bu buhranın sebebi de Batılılaşmadır.
Çare ise, onların reddettiği İslam’dan başkası değildir. Onlardan beklemiyoruz ama halkımızdan yeniden İslam’a dönüşü bekliyoruz. Bu elbette olacaktır, ama uzak mı yakın mıdır o oluş?
Bu bize bağlıdır. Bizim Müslümanlığımıza yani. Kendimizi yoklayalım. Hesabı bir başkasına değil, kendimize verelim. Kalbimize soralım; uzak mı yakın mı?