Şeriatı Kaldırmak mı?
Estağfirullah!
Kimin haddine…
Onlar öyle sansınlar…
Dünyada “Batılılaşma”, Batı ülkeleri dışında kalan toplumların Batı’nın gelişmişlik seviyesine ulaşma çabalarını ifade eder. Bizde ise “Batılılaşma”, Osmanlıdan Cumhuriyete bu ülkenin yönetici ve aydınlarının Batı uygarlığına girme çabalarını ifade eder.
Başlangıçta “gönüllü” veya “serbest” olarak “Kısmen Batılılaşma” düşüncesiyle başlayan bu hareketlerin, giderek tarihî süreç içinde “Tam Batılılaşma” amacıyla cebir ve şiddete dayanan “mecburî” bir benimsetme ve “zoraki” bir “dayatma” ile kabullendirmeye dönüştüğünü görürüz.
Bu değişim ve dönüşümde halkın bir görüşü de yoktur, etkisi de. Bu açıdan bakıldığında “Batılılaşma” süreci, bir ideolojiye bağlı olması hasebiyle “totaliter”, ama aynı zamanda hak hukuk tanımaması itibariyle de “otoriter” bir “diktatörlük” sürecidir.
Fakat gel gör ki halkına yabancılaşmış Batıcı aydınlar, Müslüman halkın Sevgili Peygamberimizin (sav) çağına “Asr-ı Saadet” demelerine nazîre yapar gibi, bu “dini inkar ve geçmişi ret” dönemine, “altın çağ” derler.
Batılılaşma, Avrupa uygarlığının yalnız bilim ve tekniğini değil, bütün toplumsal kurum ve kuramlarını toptan benimsemeyi içerir. Bu hareket, Türkiye’de Osmanlı İmparatorluğumun son dönemlerinde bir çöküşten kurtulmak amacıyla başlar.
Önceleri herkes, devleti ve milleti kurtarma mecburiyetine binaen “Osmanlıcı”dır. Çare olmayıp da azınlıklar isyan edip gidince herkes kendi görüşünü seçer. “Türkçülük” ve “İslamcılık” yanında “Batıcılık” daha bir etkindir. Çünkü arkasında Batılı devletler ve kimi güçlü odaklar vardır. Bu yüzden hükümette, maarifte, orduda, hariciyede ve basın yayında fikirlerini kısmen hayata geçirirler. Bazı fikirleri düşünce olarak kalır.
Ancak bütün bu fikirler ve belki daha da fazlası, bir başka deyişle tam ve gerçek anlamda Batılılaşma Atatürk’ün önderliğinde, onun istek ve emri ile Cumhuriyet döneminde hayata geçirilir. Bu dönem ise tarihte benzeri görülmemiş bir acıdır Müslümanlar için. Artık Müslümanlar, şairlerin dediği gibi, “hânumânsız bir serseridir” ve “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” olmuştur.
Batılılaşma, Batı uygarlığının bilim ve tekniğinden öte bütün kurumlarını alma amacındadır. Bu yüzden Avrupa ve Amerika ülkelerindeki hukuk, politika, sanat, eğitim, hayat tarzı alanlarındaki kurumları benimseyerek almıştır. Eskilerin tabiri ile “muasır medeniyet seviyesine”, yenilerin deyişi ile “çağdaş uygarlık düzeyine çıkmak” için bu uygulamaları gerçekleştirmiştir.
Türkiyeyi ele geçiren Batıcı kadrolar bu maksatla her şeyden önce yönetimde Batılılaşma’yı benimseyerek, saltanatı kaldırıp cumhuriyeti (!) kabul etti. Sonra da sanki bununla bağdaşamazmış gibi Hilafeti/Halifeliği kaldırdı. Daha sonra çorap söküğü gibi Batının hayat tarzını belirleyen değerleri sökün etti.
Sözde “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek, Allah Teâlâ’nın halikiyyet, uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarının bir tecellisi olarak kullarına sunduğu biricik dini olan “İslam” nimetini, özellikle de onun dünyayı düzenleyen kanunlar kısmı olan “İslam Şeriatını” kaldırdı. Yerine Batılı Hıristiyan halkların iradesinin bir tecellisi olarak batı ülkelerinden kanunlar tercüme edip aldı. Böylece Türk halkının iradesi katledilmiş oldu.
Üstelik dalga geçer gibi güya “milletin iradesini” tecelli ettiren sözde laiklik ve demokrasiyi getirdi. Böylece Türk halkının iradesi ve hakimiyeti yerine, Batılı ülkelerin halklarının irade ve ilkeleri, mutlak hakikat ve değişmez bir ilke olarak alındı.
Kiminle savaştığını bilmeyen zavallılar, sanki Allah Teâlâ’nın şeriatını kaldırmaya güçleri yetecekmiş gibi, “şeriat mülgadır” dediler. Sanki öyle demekle “şeriat” “kaldırılmış” olacakmış gibi kendince konuşuyor, keyfince iş yapıyorlardı.
Oysa sadece dünyada değil, bütün kainatta şeriat hep hakimdi, hakimdir.