Ehliyetin İlk Göstergesi: İşinin Mahiyetini Kavramak
“Mihriban” türküsünü bilirsiniz. Müzik endüstrisinin türküleri yeniden keşfettiği seksenli ve doksanlı yıllarda, hemen her meşhur olan şarkıcının repertuvarının olmazsa olmazı haline gelen bir türküydü. Abdürrahim Karakoç'un harikulade mısraları, Musa Eroğlu'nun güzel bestesi ile adeta kanatlanmış, Mahsun Kırmızıgül'den Sibel Can'a, Şükriye Tutkun'dan Zara'ya, Yıldız Tilbe'den Orhan Hakalmaz'a, Nur Ertürk'ten Yavuz Bingöl'e bir çok sanatçı da bu eseri seslendirmek için sıraya girmişti. Hatta türkülerin yavaş yavaş silinip yerlerini pop müziğe bıraktıkları yıllarda bile Tarkan, Ferhat Göçer, Manga, Cem Adrian gibi sanatçılar ve gruplar da "mihriban" türküsünden vazgeçememiş, remikslerle olsun, batı enstrümanlarıyla yeniden çalarak olsun seslendirmeye devam etmişlerdi.
Albümlerde yerini bulan "Mihriban" konserlerde, sahnelerde çokça istek alıyor, dinleyiciler ne zaman “Mihriban” söylenmeye başlasa, oturdukları yerden sahnedeki sanatçıya eşlik etmek için adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.
Fakat bir problem vardı.
Bazı şarkıcılar eserin sözlerini yanlış söylüyordu!
"Sarı saçlarına deli gönlümü bağlamışım Mihriban" diyecekken "sarı saçlarını deli gönlüme bağlamışım Mihriban" diyerek bu incelikle anlatılan bend olma hâlini paketleme operasyonuna çevirenler çıktı.
Karakoç'un şiirinin belki de en etkileyici, en vurucu mısraları olan, "lambada titreyen alev üşüyor" kısmını "lambada titreyen alev düşüyor" diye söyleyen bile oldu!
Mesele, bazı "sanatçıların" ne söyledikleri ile zerre kadar ilgilenmemelerinden kaynaklanıyordu. Ne söyledikleri onlar için önemsizdi. Anlamsız bir tekerleme okur gibi, ya da bilmedikleri bir yabancı dilde şarkı söyler gibi "şakıyorlardı".
Bu tür örnekler çoktur.
Pir Sultan Abdal'ın meşhur nefesini okurken "kula gölge ise Allah'a ayan" yerine "kula gölge ise Allah'a yayan" diyenleri mi duymadık!
Çökertme türküsünde "burası da asfalt değil Halilim" diyenleri mi işitmedik.
Yahut ancak bir erkeğin bir kadına söyleyebileceği türküyü seslendiren kadın sanatçılar mı görmedik.
Mesela "Mihriban" gibi...
Bir mesleği profesyonel olarak icra edenlerin, yaptıkları işin mahiyeti ile ilgilenmemeleri ne garip bir şeydir.
Bu garabetin yansımalarını başka mesleklerde de bulabiliriz.
Yakın zamanda bir dostumdan dinledim:
Bir kütüphanemizin başına oldukça gayretli, çalışmayı seven bir müdire hanım atanmış. Derhal işe koyulan müdire hanım kütüphanenin işleyişi ile ilgili mesai harcamaya başlamış. Hangi kitaplar çok alınıyor, hangileri süresi geçtiği halde gelmemiş, hangi eserden kaç adet var, süreli yayınların hangi sayıları eksik gibi soruları cevaplayacak raporlar çıkartmış.
"Her şey iyiydi de" dedi dostum, "müdire hanımın kitapların kendileriyle ilgili hiçbir fikri yoktu!"
Müdire hanım kütüphanedeki kitapları, kiralık gelinlik, kiralık araba ya da düğün salonu gibi kiraya verilecek şeyler olarak görüyormuş.
Nihayet bir gün yaptığı "analitik" değerlendirme neticesi, uzun süredir kimse tarafından talep edilmediğinden dolayı yeterince verim sağlamadığını düşündüğü kitapları dönüştürülmek üzere SEKA'ya gönderme kararı almış. Kimse alıp okumuyor, o zaman raflarda boşuna yer kaplamasın dediği kitaplar arasında antika değeri taşıyan, eski ama çok kıymetli kitaplar da varmış.
Allah'tan akıllı birileri oradaymış da, canım kitapları yok olmaktan kurtarmış.
Yaptığı işin mahiyetini kavrayamamak işte böyle bir şey.
Emaneti ehline vermekten bahsedip duruyoruz ya, işte bir işin ehli olmanın belki ilk şartı, o işin mahiyetini doğru dürüst kavrayabilmiş olmak sayılmalı.
İşin mahiyetini bilmeyen kişileri o işin başına getiren üst düzey yöneticiler de aslında bu tasarruflarıyla başında oldukların işin ehli olmadıklarını ortaya koymuş olurlar.
Bu ehliyetsizlik vaziyeti silsile halinde en tepeye kadar gider.
Ne diyelim! Allah ülkemize en tepeden en aşağıya işinin mahiyetinden haberdâr, ehliyetli idareciler nasip etsin.
Twitter: @salihcenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.