Kimi alkışlasak ki?
Tabii ki en başta o kadrosu ve o teknik direktörü ile 70 milyon avroluk maliyetli bir takımı öyle veya böyle yenip kupayı kazandığı için Galatasaray’ı alkışlayacağız. Tabii ki ligden sonra kupayı da kaybeden, en baştaki yetkilisi pek ne konuştuğunu bilmeyen, teknik adamı dört aydır oynamayan oyuncusu bu maça sokan takımına geçmiş olsun diyeceğiz.
Kadrolar elimize geldiğinde sahaya çıkacak on birin yanı sıra yedekler de garibime gitti. Sabri kulübeye konulmuştu. Yani Galatasaray’ın en dinamik, maçı aynı tempoda tamamlayabilen tek oyuncusu makas yemişti. Karşı tarafta ise, yani Fenerbahçe’de yedekte Markoviç ve Gökhan Gönül vardı. Yani tuhaf bir final olacaktı. Riekerin çok toydu da, Pereira kimi baskın üstatlarına göre ne teknik adamdı yani... Neyse ki ikisi de kendilerini ispat(!) ettiler. Yani benim görev aldıkları günden bu yana yazdığım, söylediğim çizgide idiler. Sadece Hollandalı Mustafa Denizli’nin kaybettirdiği fizik kondisyonun bir yüzde otuzunu geri getirmişti, o kadar. Ama taktik ve oyuncu değişimi not bile alamazdı. Karşı taraf mı? Eee Nani’yi forvet arkasına alarak devrim yapmıştı ya...
Neyse... Galatasaray, ilk yarının bir yarım saatini yüksek tempoda, tabii ki kendine göre, oynayarak Fenerbahçe’nin sahaya yerleşmesini, pas yapmasını, özellikle de kenardan sarkmasını önledi. Zaten en önde yürüyen güzel Van Persie vardı. Ayağına top değemeden devriyi tamamlayarak ülkemdeki büyük futbol bilginlerine bir kere daha koluna girdi. Selçuk ön liberoda Emre ile paylaşımda bulunurken Galatasaray kendine göre sol kenarda Sneijder, Yasin, zaman zaman Emre ve Carol’la adeta lunaparktaki gibi top cambazlığına soyunmuştu. Sağda Sinan unutulmuştu. O da böyle olunca 65 dakikada sadece bir kere topa vurdu. Podolski ise attığı avanta golün dışında koca oyunda bir de Fabiano’nun yumrukladığı şutun sahibi olarak göründü. Hele hele son yarım saat ayağını oynatacak hali yoktu. Yasin mi? O zaten bilinmeyen bir denklemin sunucusu idi. Savunmada Denayer ve Hakan Balta koca oyunda hep doğru yerleşimle, Fenerbahçe’nin uzaktan attığı uçurtmaları çeldiler. Carol katkılı bir bek idi uzun zamandan bu yana... Sneijder’in sakatlanıp çıkması sol kenardaki varyeteyi bitirdi o kadar. Tabii Fenerbahçe’ye de cesaret verdi. Muslera mı? Ne diyeyim ki? Adam Dünya Kupası üçüncüsü, Güney Amerika şampiyonu zaten...
Galatasaray, analizin ilk yarım saati için olabilirdi. Ama oyunun geri kalan bölümünde adeta bir üçüncü lig takımı görüntüsünde idi. Fenerbahçe, fiziksel yetersizliği yüzünden kendi yarı alanına çekilmek zorunda kalan rakibinin üzerine oturdu. Ama Volkan Şen dışında adam eksiltebilen, rakibin üzerine giden, başka adamı bulunmadığından duvarlara çarpıp geri döndü. Nani, müthiş orta alan olmuşmuş... Acaba benim otoritelerim Nani’nin kaç defa adam eksilttiğine, alıp verdiğine, bölge değiştirip rakibi şaşırtamaya çalışmasına tanık oldular ki? Fernandao ne yapsın ki? Hiç olmazsa rakip kaleye iki kafa topu gönderdi. En azından rakibin tandemini rahatsız etti. Vay be dedim Markoviç oyuna girince... Demek ki dedim adam müthiş durumda... Şimdi ben olsam Pereira ile yönetim konuşacakmış ya, Aziz Bey öyle dediler, sadece bu icraatı için 1 milyon avrosunu keserim... Başka mı? Mademki Gökhan Gönül 78’de oyuna girecekti de, bu neden on beş dakika önce falan olmadı? Acaba fazla para istedi diye kendisi için aforoz emri mi verilmişti? Kendi sahasına çekilmiş ve ilerideki oyuncusu ayağını bile kaldıracak durumda olmayan bir takıma karşı Sousa alınıp Diego oyuna atılır mıydı?
Sonuçta bir duran top Galatasaray’a kupayı getirdi. Bu, UEFA cezasının ucuz atlatıldığı anlamını ve tabii ki gurur da taşıyor. Ama sakın ola ki gelecek için kimseyi kandırmasın! Fenerbahçe tarafı mı? Eh, şampiyon yapan teknik adamlar için, “Onlar mı yaptı sanıyorsunuz” denilmiş ise, şimdi de, “Kayıplar bana ait denmez” ama, “Kabahatli küfür eden seyirci, hakemler ve şikeciler” denir tabii ki...
Buradan bakınca Beşiktaş’ın önü, en azından bir üç dört sene daha açık gibi görünür...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.