Ramazan bayramı mı, şeker bayramı mı?
Milli bayramlarımızda kükreyen, gürleyen, esip savuran Başöğretmenim (çocukluğumun ilkokullarında müdür yerine başöğretmenler vardı) Hikmet Bey, ne hikmetse, dini bayramlarda sus pus olurdu...
Ne kurban bayramında, ne ramazan bayramında çok mutlu gözükmezdi.
Gerçi milli bayramlarda giydiği lâcivert elbiselerini yine giyerdi, saçlarını yine özenle tarar, elleri arkasında yine bahçede volta atardı; ama bu işe pek istekli olmadığını da hissettirirdi.
Başöğretmenimin milli bayramlarla dini bayramlar arasında kalışının sırrını bir türlü çözemezdim.
Oysa biz de aynı çelişkiler yumağına dolanmıştık: Okulda milli bayramlardan, evde dini bayramlardan yana olmak zorundaydık. Aksi takdirde okulda öğretmenimizin, evde ailemizin suratları düşer, ters ters bakarlardı... O zaman kendimizi suçlu gibi hissederdik.
İkiyüzlülüğe zorlanmanın çocuk yüreğimde meydana getirdiği tahribatı yıllar boyu aşmaya çalışmaktan anam ağladı!
*
Yüreklerimizi tuzağa düşüren bir başka çelişki de, hâlâ kavga malzemesi olarak kullanılan şu “Ramazan Bayramı”, “Şeker Bayramı” tartışmasıydı.
Tanıdığım bildiğim tüm lenger fötrlü CHP önderleriyle birlikte Başöğretmenim de “Ramazan Bayramı”na ısrarla “Şeker Bayramı” diyordu.
Annem, babam, akrabalarım, köylülerim ise “Ramazan Bayramı” diyorlardı. Henüz neyin ne olduğunu tam bilmeyen çocuklar, iki ateş arasında yalım yalım yanardık...
Sonunda bir çözüm bulduk: Aile arasında “Ramazan Bayramı”, okulda ise “Şeker Bayramı” diyecektik... Fakat bu da yetmiyordu. Bayram kutlamasını değişik stillerde yapmamız gerekiyordu...
“Şeker bayramınız kutlu olsun öğretmenim...”
“Ramazan bayramınız mübarek olsun babacığım.”
Öğretmenlerin bayramını “kutlu olsun” diye kutluyor, ailemize “mübarek olsun” diyorduk... İşi böylece çözmüş oluyorduk. Ama ikiyüzlü görüntüyü nasıl aşacaktık. Çocukluğumuza rağmen, vicdanlarımız rahatsız oluyordu.
¥
Sayın Başbakan “Ramazan Bayramı” olgusunu ısrarla vurgulayınca, kendi çocukluğumun yürek sarmalını hatırladım...
“Şeker Bayramı” kavramına bunca tepki göstermesi, sanırım onun da benim yaşadığım çelişkileri yaşadığını gösteriyor...
O da zorlanmış bizim kuşak gibi, onun yüreğine de hükmedilmek istenmiş, onu da, tıpkı bizim gibi, devletle millet, aile ile okul arasında sıkıştırmışlar, karakteristik yapısını ve mensubiyetini tüketmeye çalışmışlar. Yoksa durup dururken neden böyle bir çıkış yapsın?
Ruhunun boğazlandığını hisseden insan, hayatının hangi safhasında bu yapılmış olursa olsun, hatırladıkça şiddetli tepki gösterir!
Bunu tümüyle bugüne bağlamak bu yüzden imkânsız... Arka plânında yıllar var. Yıllar boyu farklı bir inanç sistemi, farklı bir kıble, farklı bir kültür dayatılan bir nesle mensubuz.
*
Bayram esnasında çocukluk arkadaşlarımdan biri aradı: “Şeker bayramın nasıl geçiyor?” diye sordu gülerek.
“Beni ilgilendirmiyor” dedim, “şeker bayramını şekerlere sormalısın, ama dikkat et, çikolatalar alınmasın!”
Başöğretmenim Hikmet Bey’i andık birlikte. “Şeker Bayramı”, “Ramazan Bayramı” kavgasının hâlâ devam etmesine de birlikte şaştık. Nihayet “Şeker Bayramı” dayatmasının tutmadığı görüşünde anlaştık. Oysa eğitimin temelleri bizi tüm dini kavramlardan koparacak şekilde atılmıştı.
Fakat bir başka gerçek daha vardı: Ramazan boyunca oruç tutmuş, hemen her adımını ibâdet duygusuyla atmış, hayatını hayır ve hasenatla çerçevelemiş, fitrelerle, zekâtlarla süslemiş, fakirlerin, muhtaçların halini daha derinden düşünmüş, teravihte aynı inancı paylaşanlarla bütünleşmiş, bir secdede bin diriliş aramış inançlı insanımız için bayram, pek tabii, “Ramazan Bayramı”ydı...
Fakat oruç tutmamış, teravihe gitmemiş, fitre-zekât vermemiş olsa da bayrama eklemlenip halkın büyük ekseriyetiyle bayramı kutlamak isteyenler, o mahcubiyet ve pişmanlık içinde bayrama “Şeker Bayramı” deseler, ne lâzım gelirdi?
Dayatmasınlar yeter! Çocukluğumdan beri devam eden bu kavga da böylece son bulsun. Zira kavgadan aman bulup kendimizi geliştiremiyoruz. Bana sorulan soruların çoğunda kavga malzemesi toplama arzusu yatıyor. Karşı görüşte biri bir iddiada bulunmuş, onu susturacak. Bunun için kendisine malzeme arıyor. Zihni gelişim için çaba gösteren yok. Varsa yoksa “karşımızdaki”ni susturmak!
Oysa “karşımızdaki”, onu susturduğumuz mevzuda iyice derinleşip tekrar karşımıza geçecek. Yani ikna olmayacak, irşad olmayacak.
Rahmetli Üstad Necip Fazıl, sert ama mert bir yazardı. Yaşlılık döneminde “Döve döve kimseyi Müslüman yapamadım” diyerek, onu mizaç olarak da taklide çalışan genç yazarlara bir ibret dersi verdiğine şahit oldum.
Döve döve kimseyi irşad ve ikna edemeyiz...
Severek kazanmaya çalışsak nasıl olur?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.