İnsan Sorunu
İnsan temiz bir fıtratta yaratılmıştır. Fıtrat, yani yaratılış, belli yeteneklere ve yatkınlığa sahip olma, insanın, yaratılışındaki özü ifade eder.
“Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar” diyen Rasûlullah (sav), ırkı, soyu, cinsiyeti ne olursa olsun, her insanın bu mükemmel yaratılışla, Allah'a inanma potansiyeliyle dünyaya geldiğini anlatmaktadır. “İmtihan” meselesinin bir yanı bu.
Diğer yani ise sosyal çevre gerçeğidir. İnsanın ana babası, evi ve akrabası, sokağı, şehri, okulu, devleti gibi sosyal çevresi çepeçevre kuşatır ve etkiler onu. Özellikle tabiatının, karakterinin, oluştuğu yıllarda içinde bulunduğu devlet ve toplumun değer yargılarından, davranış biçimlerinden insan kolay kolay kendini kurtaramaz. İnsanın çabası dengeyi bulmak, orta yolda olmak, aşırı uçların tehlikesinden ortada olmanın selametine ermektir.
Böylece anlıyoruz ki bu “etkilenme” özelliği ille de olumsuzluğu alamet değildir. Ancak peygamberlerin, alimlerin, eğitimcilerin vermek istedikleri ile toplumda genel geçer değerler çoğunlukla birbirlerine aykırı iseler, orada davetçilerin, eğitimcilerin, toplum bilimcilerin, mürşit ve mürebbilerin işi gerçekten zor demektir.
İnsan etkiye açık bir varlıktır. Hatta insanın bulunduğu ortamdan etkilenme oranı, ortamına uyma oranı, şaşırtacak kadar oldukça yüksektir. Hani bir hadis vardır, “Her doğan mutlaka İslam fıtratı üzere doğar. Sonra ana babası onu yahûdi, hristiyan ve mecûsî yapar.”(Buhârî, Cenaiz 80, 93,T efsir (Rûm), 2; Müslim, Kader, 22-25.)
Bugün İslam’a davet konusunda da aynı şeyler geçerlidir. Eğer toplumun değerleri ile İslam’ın değerleri arasında açık farklılıklar varsa, orada davetçilerin, vaizlerin, hocaların işi gerçekten zor demektir.
Mesele dünya sevgisi, mal, makam, servet ve şöhret hırsının tehlikelerinde bahseden bir davetçinin işi, bütün amacını zengin olmaya ve cemiyet içinde bir itibar kapmaya ayarlamış insanlar karşısında çok zordur.
Zinanın çirkinliği açıktır. Fakat fuhşun alabildiğine yaygın olduğu bir ortamda insanları ondan ve ona giden yollardan kurtarmak çok güçleşecektir.
Eğer toplum, kendi dini, tarihi ve kültürel temellerinden ve değerlerinden kopmuş da daha güçlü, daha gelişmiş ve kalkınmış, daha müreffeh gördüğü bir devlet, toplum ve medeniyeti taklide yeltenmişse, orda dini ve milli birlik ve beraberlikten, bunu sağlayan örf ve adetlerden, tarihten getirdiğimiz anane ve değerlerden bahsetmek ve benimsetmek, bir hayli zor olacaktır. Çünkü mağluplar galipleri, zayıflar kuvvetlileri taklit ederler.
Taklit etme güdüsü, tabiatının ta derinliklerinde bulunan etkin bir güdüdür. İlle de kötü diyemeyiz. Önemli olan kullanıldığı alandır. Çünkü birçok iyi alışkanlıklar da taklit ile başlayıp tahkike dönüşebilir.
Rehber insanlar, örnek şahsiyetler bunun için gerekli değil midir?