Yazmalı mı? (veya nasıl yazmalı?)
Bir cezaevi mektubu geldi, geçen hafta. Eskiden mahpushanlerden daha sık mektup gelirdi. Çoğunda kitap talep edilirdi bu mektupların.
En çok da “Sözlük” istenirdi; her halde boş zamanların mukavim kitabı olarak! Biz de mümkün olduğu kadar talepleri karşılamaya çalışırdık. Mektubu görünce ilgili arkadaşa, “her halde Sözlük istiyorlar, epeydir böyle mektuplar gelmiyordu, gönderelim” dedim.
Bu sefer sözlük istenmiyordu...
Ne mi isteniyor?
İşte, onu yazmaya çalışacağım. Yazmadan önce bir dibaceye ihtiyaç var: Türkiye 21. yüzyılda kendi kararlarını kendi almaya yönelen bir ülke olalı beri zorunlu “dost ve müttefik”leri tarafından çeşitli usüllerle yola getirilmeye çalışılıyor. “15 Temmuz”un bir cümlelik özeti bu.
Bu menfur darbe teşebbüsü sürecinin neresinde olursa olsun (proje, uygulama vb.) rolü olanlar, onlara destek olanlar... “Örgüt” mes’ulleri... Elbette hak ettiği cezayı bulmalı.
Bunda ittifak halindeyiz. Tamam da, şu sıralar “at izinin it izine karıştığı” hususunda da ittifak var.
İşte mektubun özeti...
15 Temmuzdan sonra on binlerce kişi gözaltına alında, tutuklandı, açığa alındı, işinden oldu...Bunların içinde tanımadıklarımız var, elbette tanıdıklarımız da. Tanıdıklarımızdan bazıları var ki, şöyle bir tanışıklık, bilişiklik derecesinin ötesinde. Öğrencilik yıllarından, yurtdışında yüksek lisans ve doktora yaptıklarında da irtibatımız olanlardan, memlekete dönünce ilişkimiz sürenlerden, bir göreve geldiğinde daha önce bulunduğu çevreyi unutmayanlardan...
İşte bu halkın özü olan değerli ve değerbilir şahsiyetlerden biri bu mektubun sahibi, isim vermeyeceğim.
Bin bir isimli “örgüt”ün içinde, yanında, yöresinde asla olmadığından, olamayacağından mutmain olduğumuz biri... Parlak bir akademisyen, bir dönem yeni kurulan bir üniversitemizin yöneticiliğini yaptı, ikinci dönem görev verilmedi; o da memleketin bir başka üniversitesine geçti, gençlerimizi yetiştirmeye devam etti. 4 ay kadar önce, bulunduğu şehirden alınıp cezaevine konuldu. Suçlama herkesçe tahmin edilebileceği gibi “Anayasal düzeni silah zoruyla ortadan kaldırmaya teşebbüs!”
Bu iddia bile insanı füc’eten öldürmeye yeter!
Tabiî ki, iddia iddiadır ve fakat ısbatı gerekir. Mektup sahibi dostumuz bu ısbatı bekliyor. Dört aydan fazla zaman geçmiş; halen ortada iddianame yok, hukuk nezdinde konunun ele alınacağı gün dahi belli değil.
Adaletin gecikmesi de adaletsizliktir! Devlet adaletle payidar olur!
Eğer bu ve benzeri akademisyen vatandaşlarımızın ısbat edilebilir bir suçları varsa, bir an evvel bilinmeli ve cezaları neyse verilmeli.
Ya bir haksızlık varsa, bîgünah birileri cezaevlerinde gün sayıyorsa?
Bunun önüne geçmek devletin en âcil işlerinden biri. Adaletsizlik hissinin yayılması kadar toplum yapısını tehdit eden bir tehlike olamaz.
Hani Fırat kenarındaki keçinin ayağı kırılması meselesi/meseli var ya... Medine’deki adalet tutkunu Ömeri düşüncelere gark eden değil, hüngür hüngür ağlatan...Bu duyguyu iliklerimizde hissetmeliyiz.
Şu anda haksız yere cezaevinde yatanlar yok mu?
Kimse buna “hayır” diyemez. Neden haksız yere içeride bulunabilir, mağdur edilebilir bazı kişiler?
İnsanlık durumundan!
İnsanoğlu hem ulvî, yüce bir varlıktır; hem de süflî, yani alçak!
Yalan, dolan, hile, iftira... süflî insanların vazgeçilmez silahlarındandır. Görünen o ki, şu sıralar bu silahlar kullanılarak birçok insanımız gadre uğratılmıştır.
Bu mektubu tekrar tekrar okurken hissettiğimiz hüznü, kederi, elemi... ifade etmeye takatimiz yetmez. Tek yaprak bir çizgili kağıdın iki tarafı da boşluk kalmayıncaya doldurulmuş bir feryatname!...
Biz yazmasak da, yazılmış, cezaevi idarecilerince görülmüş, bizce okunmuş bir mektup var. Hakikat iştiyakımızı, adalet hassasiyetimizi ayyuka çıkaran sessiz bir çığlık...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.