TRT’de Mehmed Âkif düşmanlığı!
Mehmed Âkif’e saldırılan bir TRT programından Mustafa Özçelik’in ikazı ile haberim oldu. Program TRT’de olmasa idi, üzerinde durmak gerekmezdi.
TRT Devlet kurumu; bir Devlet kurumunda devletin sembollerine saldırılırsa, ciddi bir mesele ile karşı karşıyayız demektir.
Mesela bayrağımıza saldırılırsa, ki bir zamanlar böyle temayüller vardı; bu kabul edilebilir bir şey değildir. Bayrağımızda hilâl var. Bu bizim bin yılık sembolümüz. Hilâl İslâm’ın sembolü. Ayrıca ebcet hesabında Allah, hilâl ve lâle 66’ya tekabül ediyor. Bayrağımıza Allah yazmak yerine hilâli yerleştiriyoruz, bazı camilerin kubbesinde lâle olmasının sebebi de bu.
Türkiye Cumhuriyeti “laik” olunca, bu “dinî” sembolden kurtulmak istenildiği de tahmin edilebilir. Neyse ki, bu düşünce fazla ileri vardırılmamış. Aynı şey İstiklâl Marşı için de söz konusu olmuştur. Hatta 1925’te Maarif Vekaleti millî marş yarışması açmış. Daha sonra da İstiklâl Marşı’ndan kurtulmak için bir hayli çaba harcanmış . Hatta 28 Şubat döneminde bu dinî muhtevalı (irticaî) marş yerine Onuncu Yıl Marşı’nın konulması yönünde bir hava estirilmişti.
İstiklâl Marşı millî sembollerimizden, onun şairi de!
Mehmed Âkif’e geçmişteki saldırılar onun müslümanlığı, dindarlığı üzerindendi. Tevfik Fikret’ten bugüne bir hayli meşhur şahsiyet Mehmed Âkif’e düşmanca tutum takındı. Ne oldu?
“Yel kayadan ne aparır!” Mehmed Âkif kaldı, Tevfik Fikret bile unutuldu. Eğer hatırlanıyorsa, Âkif’in onunla ilgili yazdıklarından ötürüdür.
Bu programın kaydından Âkif’le ilgili kısmı seyrettim. Hükmüm şu: Bu zat Âkif’e saldırarak şöhret olamayacak kadar ufak; ama midelere zarar!
İşte saldırı gerekçeleri:
“Âkif modernist müslüman!”
Bu iftaraya cevap vermektense, “Sen nasıl müslümansın?” veya “Âkif’in dindarlığı yanında sen müslüman mısın?” sorusunu yöneltmek isterim.
Tabiî Âkif’e saldırılaranların son yıllarda onun Sultan Abdülhamid’le ilgili olumsuz beyanlarını öne çıkardıklarını görüyoruz. Abdülhamid, son büyük Osmanlı padişahı; bunda tereddüt yok. Fakat döneminde Abdülhamid imajının bugünkü gibi olmadığından da şüphe yok. Devrinde haklı veya haksız güçlü bir Abdülhamid aleyhdarlığı var. Neredeyse bütün okur yazarlar bu aleyhdarlık rüzgârına kapılmış.
Abdülhamid döneminin şartları içinde bir baskı yönetimi kurmuş, güçlü bir hafiye teşkilatına vücut vermiş. Bu yönetimin birçok kişinin haksız muamelelere maruz kalmasına yol açtığı bilinmez değil. Âkif bunları anlattığı İstibdat şiirinde o dönemin idaresi ile ilgili ağır ifadeler kullanıyor. Şiirin 1908 Meşrutiyet’inin havası için yazıldığı biliniyor. Mehmed Âkif’in Meşrutiyet sonrası iyimserliğinin çok çabuk silindiğini 1. Safahat’ın sonraki sayfalarında Köse İmam şiirinde görebiliriz. Eskiden “saye-i şahanede” (padişahın sayesinde) çekip işlenen kötülükler, şimdi “saye-i hürriyette”ye dönüşmüştür.
Kimse söyletmiyor artık bizi, bak sen derde;
“Mürteci!” damgası var şimdi bütün ellerde!
İttihat Terakki Cemiyeti’ne kendi şartları ile giren ve fakat partisine girmeyen Âkif’in İttihatçılarla arasının çok erken bir dönemde açılmaya başladığını görülebiliyor. 1912’de yayınlanan Süleymaniye Kürsüsü’nde şiirinde Abdürreşid İbrahim’in ağzından “Hürriyetin ilanı”nı sarakaya alıyor.
Şairin Abdülhamid konusunu ele aldığı diğer şiir Âsım’ın Oflu Mandal Hoca ile ilgili bölümdür. Oflu Hoca’nın zamanında Abdülhamid’i ikaz için cuma namazı Yıldız Camii’ne gittiği anlatılır. Abdülhamid kafes arkasında (hünkar mahfeli) gizlenmektedir, o namaz kılacak diye altmış bin kişi namazsız kalmıştır! Burada Oflu Hoca ağzından çok abartılı tasvirler yapılmaktadır. Cuma selamlığı Abdülhamid’e mahsus bir şey değildir. Şiirin devamında Meşrutiyet sonrasında geçmişe (yani Abdülhamid dönemine) uzun boylu sövüldüğünden söz edilmektedir:
Âh efendim, o herif yok mu, kızıl kâfirdi;
Çünkü bir şey tanımaz, her ne desen münkirdi.
Âsım’ın “Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem” diye başlayan ve “İrticaın şu sizin lehçede mânası bu mu” mısraı ile biten meşhur bölümü, yine İttihatçıların siyasetine “gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” diyen şairin çok şiddetli bir eleştirisi mahiyetindedir.
Şiirler dikkatle okunursa, Âkif’in sadece istibdad şiirinde kendi fikrini ifade ettiğini, diğerlerinde Oflu Hoca ve Köse İmam ağzından konuştuğu görülebilir. (Bu arada hanım sunucun eline kim tutuşturmuşsa, Abdülhamid’le ilgili olmayan mısraları da, daha müessir olsun diye her halde vermişler, o da güya okumak istemezmiş gibi yaparak bilip anlamadan okuyor!)
Televizyon konuşmasında Âkif’e saldırmanın şehvetiyle coşan “doçent” Abdülhamid aleyhindeki mısraların birçok şiirinde geçtiğini iddia ediyor. Bu durumda söyeyeceğimiz şu: Sen bir kere olsun Safahat’ı baştan sona okudun mu?
Okusa böyle cahilane iddialarda bulunmaz! Böyle hadsizlik yapmaz, edepsizliğe sapmaz!
Abdülhamid mevzuu yetmemiş olmalı ki, lâf Âkif’in şairliğine geliyor. Adın sanı meçhul bir “şair”e dayanarak onun şair olmadığı iddia ediliyor. Âkif şair değilse kim şairdir? Sosyal konuları, memleket davalarını, fikri, inancı... şiirinin esası yapan şairler arasında Âkif’in mevkii nedir?
Mehmed Âkif bu bağlamda Yahya Kemal’in de, Necip Fâzıl’ın da önündedir. Nâzım’ı sözkonusu bile etmiyorum!
Bir hamakatperdazlık da İstiklâl Marşı konusunda! İstiklâl Marşı’na saldırma cesareti gösteremeyen ufak doçent, şiiri onun yazmadığını, yazdırıldığını söylüyor. Öyleyse yazdıran kim? Fâş edin ki onu tebcil edelim!
Karnından konuşmak hangi “bilim”de var? Bilimi bırakalım, hangi edebe sığar?
Yine bir hamakatperdazlık da Âkif’in Teşkilat-ı Mahsusa ajanı olduğu iddiası... Bu ne ucuzluk, bu ne sathilik, hatta bayağılık! Âkif Teşkilat’ın elemanı değil, kendisinden bazı mühim vazifelerde istifade ediliyor. Kaldı ki, Teşkilat-ı Mahsusa başka bir devletin istihbarat teşkilatı mı ki, onunla çalışmak kötüleniyor?
Âkif’in İstiklâl Marşı’ dolayısıyla mükafat almaması mühim bir şey değilmiş, bu olsa olsa fakirliği yüceltmekmiş! Elbette bunca konfora batmışken bunu söylemekte mazursun!
Ha bir de bizi kıyaslamaya zorluyor: Mustafa Kemal bütün mal varlığını millete bağışlamış!
Peki, sen “tarihçi”sin değil mi? Öyleyse şu soruyu dürüstçe cevapla: Mustafa Kemal Paşa’yı zamanında ülkenin en varlıklı kişisi yapan ne idi?
Babadan veya anadan kalma serveti mi? Devletten aldığı maaşı mı? Yoksa, bulunduğu mevkiden ötürü kendisine tevdi edilen mal, mülk veya para mı? Mesela, Hind müslümanlarının Hilafet için gönderdikleri para gerçekte Mustafa Kemal’in parası mıdır?
Atatürk’ün maaşdan başka geliri olmadığına göre, (bir ara bira fabrikası açmıştı, belki oradan biraz geliri olabilir!), bu servet millete aitti ve millete iade edilmiştir.
İlgili bakanı, genel müdürü açıkça uyarıyoruz: TRT böyle sorumsuz yayıncılık yapamaz! Millî sembollere ulu orta saldıran kişileri ekrana çıkaramaz, en azından bu gözü kara câhilin hatalarını ortaya koyacak bilgili bir kişiyi daha davet ederek hakikatın ortaya çıkmasını sağlaması gerekir. Sanmayın ki kendimizi öne sürüyoruz, bu konuyla ilgili son çalışma Prof. Caner Arabacı tarafından yapıldı Türkiye Yazarlar Birliği’nin 80 Yıl sonra Mehmet Akif Ersoy Bilgi Şöleni’nde. “Mehmed Âkif Abdülhamid İlişkisi”. Kitabı da TYB tarafından yayınlandı.
Tabiî okuyana ve anlayana!
Söz bitmişken asıl söylenmesi gerekini de ihmal etmeyelim. Sultan Abdülhamid de eleştirilir, Mehmed Âkif de. Hatasız insan olmaz. Birini yücelteyim derken diğerini batırmanın âlemi yok!
Peki Akif Abdülhamid dönemini sadece eleştirdi mi? Safahatı gerçekten okuyanlar, o dönemin övgüsü hakkında da bilgi sahibi olurlar. Mesela Âsım’da İstanbul köylerinini İttihatçılar dönemindeki durumu ile, Abdülhamid dönemindeki refah kıyaslanır. Biz aktarmayalım, zahmet edip okumak lâzım!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.