Bir ayağımız Erzurum'da...
Şu sıralar bürokrasiden, ilmiyeden veya diğer cihetlerden kiminle oturup kalksanız dindarlık iddiasının herşeyin önüne geçtiğini görürsünüz. Demek ki bu zamanda ikbâl kapısı böyle açılıyor!
Bu sene bizim için “Erzurum yılı!” Erzurum’a, geçen yılın sonunda gerçekleşen ziyaretimiz, meşakkatli bir gidiş dönüş olmasına rağmen, âdeta bu yıl “ilân etme”nin önsözü gibi idi.
1 Nisan’da da Erzurum’daydık. “Nisan bir şakası” yapmak maksadıyla değil elbette. TYB’nin ödül törenini Büyükşehir ve Aziziye belediyelerin evsahipliğinde yaptık. Beratlarını almak için Erzurum’a Türkiye’nin dört bir tarafından gelen şairler, yazarlar, ilim adamları ve sanatçılar bu ev sahipliğinden memnun kaldılar. “Keşke bahar havası olsaydı, aylardan nisan ya!” diyenler oldu.
Onlara Evliya Çelebi’nin dervişle konuşmasını aktardık. “Ey derviş, Erzurum’a yaz ne zaman gelir?” El-cevap: “Ben 11 ay 29 gündür Erzurum’dayım yaz yarın gelecek diyorlar!”
Erzurum soğunda gördüğümüz güzellikler karşısında gönlümüzde baharı hissettik desek, yanlış olmaz.
Bizim için Erzurum’da olmak, Mehmed Âkif’le beraber olmak, Nureddin Topçu ile birlikte olmak demek. Topçu’nun Erzurumlu damarını besleyen Hüseyin Avni Ulaş’ı da unutmamak gerek. Geçen yılın sonunda Mehmed Âkif için Erzurum’da idik. Üniversite’de gençlerle Mehmed Âkif sohbeti yaptık. Bu defa Nureddin Topçu üzerine konuştuk.
Mehmed Âkif ve Nureddin Topçu... Her zaman biri diğerinin yanına konulabilecek iki karakter anıtı. Âkif denilince Topçu hatırlanmıyorsa, Mehmed Âkif’i gerçek anlamda bilmiyoruz demektir. Hüseyin Avni ise her ikisinin de gerçek dostu!
Nureddin Topçu’yu konuşmak, her defasında yeniden okumak ve yeni keşiflere ulaşmak demek.
Dindarlaşma değil, ama dindar görünme konusunda epeyce maharet kazanılmış bir dönemdeyiz. Eskiden bürokrasiden, ilmiyeden, askeriyeden...kiminle konuşsanız, atatürkçülüğünü ortaya döken birkaç söz duyar, tavır ve hareketle karşılaşırdınız. Buna karşı “şeriatçilik” iddia eden sıkı müslüman görünümlüler de çıkardı! Şu sıralar bürokrasiden, ilmiyeden veya diğer cihetlerden kiminle oturup kalksanız dindarlık iddiasının herşeyin önüne geçtiğini görürsünüz. Demek ki bu zamanda ikbâl kapısı böyle açılıyor!
Dindar olmak, bu tabiî bir haldir; görünürleşmesi olağan şekilde olur. Namaz vaktidir, muhatabınız bir vesile bulup yanınızdan ayrılır. Onun nereye gittiğini bilen bilir. Halbuki dindarlık görünürleşerek kendini belli eder. Yerli veya yersiz, bahis namaza, oruca, umreye, hacca gelir...
Son yıllarda umre ve hac etrafında görünürleşen dindarlığa bakarak bir süre umrenin ve haccın yasaklanması gerektiğini düşünmeden kendimi alamıyorum! Hele umrenin Diyanet tarafından kampanyaya dönüştürülmesinin, ala-vere haline getirilmesinin, din görevlilerinde nasıl bir bozulmaya (deformasyon) yol açtığının artık görülmesi gerektiğini düşünüyorum.
Mehmed Âkif gibi Nureddin Topçu da şimdi “özeleştiri” dediğimiz şekilde, dinî hayatımızın, dindarlığımızın olumsuzluklarını en keskin şekilde ortaya koymuştur. Önce onun “gerçek dindar” tarifini okuyalım: “Gerçek dindarın hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet, beraberliği kuvvettir.”
Son zamanlarda hareketi ibadet, sözü dua, bakışı rahmet ve beraberliği kuvvet olan kaç kişi ile karşılaştınız?
Bu soruya cevap vermek zorunda değiliz, fakat dindarlığın selefiliği aşarak IŞİD’ciliğe dönüştürüldüğü bir devride yaşıyoruz. Adamlar başka din mensuplarını katlediyorlar.
Kur’an’ı ve Peygamberini tanımamak demek bu!
Bu yetmiyor, kendi gibi düşünmeyen, inanmayan müslümanları da aynı muameleye tabi tutuyorlar. Yüzlerce yıl boyunca ortaya konulan umran eserlerini yakıp yıkıyorlar, tıpkı Hülagü’nün askerleri gibi!
Bu dindarlıkta temelden sakatlık var.
Bu düşünmeyen, akletmeyen, varlığını anlamlandırmaktan yoksun hastalıklı bir tavır. Böyle aşırılıklar, sertlikler dinlerde de olur, ideolojilerde de.
Gerçek dindarlık düşünerek, aklederek ve hatta hissederek, rahmet ve merhametin bütün insanlar ve canlılar için olduğunu fehmederek kazanılır. Topçu bize bunun yolunu şöyle ifade ediyor: “İnsan yolcusunun ilimden felsefeye, felsefeden dine yükselmesi lâzım gelmektedir.”
Bazı “dindar”ların “felsefe” sözünden hazzetmedikleri malûm. Bu hikmettir, hikmetin esası ise Allah korkusudur.
“Allahı bırakıp halka yaranmak için haykıran mabed artistlerine haddini bildirelim.”
Nureddin Topçu okumak, bütün dini öğretim kademelerinde mecburi olmalı!
Daha önce dikkatimi çekmeyen şu cümlelere “Kültür ve Medeniyet”te rastladım: “Din adamları bugün ruhî hayat sahibi değildirler. Eğer olsalardı, dinin olduğu gibi dinle birlikte sistem teşkil eden kültür hayatının, san’atın, ahlâkın felsefenin sahipleri olurlardı.”
Sonuç: Daha fazla Erzurum, daha fazla Nureddin Topçu!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.