“Kutlu Doğum” Tartışmasında Doğrular Ve Yanlışlar 3.
Bir önceki yazımızı şöyle bitirmiştik:
“Neticede bu Kutlu Doğum haftasının “edebiyle, usulü dairesinde” kutlanmasına devam edilmelidir. Diyanet de bu kutlamaları tekeline almamalı, katkı sunabilecekleri bu mübarek işe davet etmelidir. Varsa bu arada yersiz ve komik durumlardan da vaz geçmelidir.
Var mıdır böyle durumlar?
Evet, maalesef vardır. En azından biz bazı kereler rastladık.
Ne gibi mi?
Yazı çok uzadı. Onu da gelecek yazıya bırakalım.”
Şimdi o yersiz ve yer yer komik durumlardan azıcık söz edelim.
Mesela katılanları, resmi ideolojinin tören biçimi olan ama dinde yeri olmayan saygı duruşlarında bulundurmak yersiz ve gereksizdir. Dinde yeri yoksa ne gereği var bunun? Hala ne diye “eski Türkiye” alışkanlıklarına devam edilir anlamıyoruz. Diyanet’in konumu icabı ürkekliğini anlıyoruz. Ama kabak tadı veren gerekmez işleri de artık terk etmek gerekir.
Bir başka yersiz hareket de, Diyanetin özellikle de resmi erkanı ve yardım eden zenginleri tek tek abartılı bir övgü eşliğinde sahneye davet edip onurluk / plaket vermeleridir. Bence gereksiz bir zaman öldürmedir. İhlasa zarar verebilir. Yağcılık, tabasbus görüntüleri gönülleri incitebilir. Yardım edenlerin ilanı belki nefisleri okşayarak övünmelere, belki sevabını yok edecek hallere sokabilir. Onlara da yazık değil mi?
Özellikle de idareci veya uygun gördükleri zevata program öncesinde neredeyse program kadar uzun süren bıktırıcı açılış konuşmalarına izin veya imkanı vermek de hoş değildir. Hatta ironidir, komiktir.
Ayrıntıya girmek istemiyorum, ama demesem de içime sinmiyor. Bir müftü, bir vali veya kaymakam, bir belediye başkanı, bir milletvekili…. bir iki derken, her biri on on beş dakika, toplamında en az olsa yarım saat konuşuyorlar. Hatta bir defasında Müftünün açılış konuşması neredeyse kır elli dakika sürdü. Be mübarek, ne varsa sen anlattın zaten, bundan sonraki konuşmacıların konuşması artık gereksiz olmaz mı? Nedir bütün bu uygulamalar, anlayan var mı? Bu gereksiz lafları dinlemek zorunda kalan insanda ondan sonra asıl programın konuşmacılarını huzurla dinleyecek moral kalır mı?
Hal böyle iken sempozyuma katılan ilim adamı konuşmacılara sunum için 15 veya 20 dakika veriliyor. Zaten başkanın açılış ve değerlendirmeleri ile bunlar en az bir buçuk veya iki saat eder. Neredeyse bir saat da açılış için tören konuşmaları, etti üç saat. Bu kadar uzun program mı olur? insanlar aynı mekanda oturarak bu kadar saat ilmi konuları dinleyebilirler mi? Hele orada yaşlılar, çocuklar ve bazı rahatsızlıkları olanları düşünürseniz, vaziyetin vehametini anlarsınız.
Bir de şu var; Diyanet bütün konuşmacılarını sadece akademisyenlerden seçmektedir. Tamam, bir zararı yok aslında. Fakat birçok mahzur da yaşanmıyor değil. Mesela soralım, orada akademik bir dil ve üslup ile halkın ne dediğini anlamadığı insanları kuru bir dil ile konuşturmak ne derece faydalıdır?
Nitekim suya sabuna dokunmayan, Müslümanların dertlerinden uzak, korkak ve ürkek konuşmalardan halk sıkılmaktadır. Hatta resmi ideolojiyi İslam ile ambalajlayarak, dine sarıp sarmalayarak sunmak ise ayrı bir vebaldir. Kutlu doğumda laiklik ve demokrasiyi ballandırarak anlatmak, cumhuriyet döneminin faziletlerinden bahsetmek, halt etmenin danıskasıdır.
Belki de bazıları “hocamız kendini davet ettirmek istiyor” diyebilir. Varsın desinler. Üstelik deseler de yalan değildir. Biz her fırsatta Rabbimizi, Peygamber Efendimizi (sav) ve dinimizi anlatmaya çalışıyoruz Allah biliyor, böyle bir imkan olursa, neden istemeyelim? Hem de ücretsiz isteriz. Neden istemeyelim ve bu arzumuzu niye saklayalım? Mesela şehrimizin İmam Hatip Lisesinde yıllarca öğretmenlik yapmış, Müftülükte çalışanların neredeyse % 90’nına hocalık yapmış nice bilgili ve hatip hocalarımız, bu programlara hiçbir zaman konuşmacı olarak davet edilmedi. Neden? Çünkü öğretmenin “mütehassıs” olduğunu ya bilmezler, ya da kabul etmezler. Ama isimlerinin başında “Yrd. Doç.” olan nice talebelerini davet eder konuştururlar. Nedir bu aşağılık kompleksi Allah aşkına? Nedir bu kendi hocalarına değer vermemek?
Neden halkın sevdiği, halkın seviyesine inerek konuşmasını bilen İmam Hatip Lisesi hocaları gibi belki her şehirde benim pek ısınamadığım tabirle “kanaat önderleri” vardır, neden layık iseler konuşmacı olarak davet edilmezler? “Efendim, akademisyenler ehil değil mi?” diye bir itiraz demogojidir, iyi niyetli maksadı anlamamaktır, cevaba değmez.
Bir önemli konu da şudur: “Kutlu Doğum Haftası” Nisan ayında kutlanmaya devam edilmelidir. Bunu hicri takvime çevirip ille de Mevlit Gecesi haftasına getirmek gerekmez. Neden gereksin ki? Sanki Mevlit Gecesi dinin kutlanmasını emrettiği bir gece midir? O da sonradan Peygamber sevdası ile çıkmış bir gecedir. Asıl onu dinden saymak bid’at olur. Bunlar Peygamber Efendimiz (sav) ve dinimizin bilgi ve sevgisine ulaşmada birer vesiledir, araçtır, imkandır, o kadar.
Öyleyse Numan Kurtulmuş Bey ve Hükumet bu iki kutlamayı hicri takvimde beraber yapma konusunu iyi düşünsün. Yazı var, kışı var. Kış ortasında köylere kasabalara ulaşmak kolay değildir. Üstelik Nisan ayına artık alışılmıştır. Bu böyle kabul görüp oturmuşken, bence bunu devam ettirmek gerekir. Önemli olan maksadın gerçekleşmesidir.
İnşallah bu faaliyetler, kıyamete kadar, en faydalı biçimde, lüzumsuz tören ve merasimlere boğulmadan kutlanmaya devam eder. İnşallah Resulullah (sav) Efendimizi ve tebliğ ettiği dini öğrenmeye, kavramaya, yaşamaya ve sahiplenerek yaşatma çalışmalarına vesile olur.