Kur’an İslami İlimlerin Temelidir
İslam düşünce, kültür ve medeniyetinin temelinde Kur’an-ı Kerim vardır. Sufiler, tasavvufi hayatlarının temel esaslarını Kur’an’dan aldıkları kadar, onu bir zikir olarak vird edinmiş ve diri, uyanık, huzurlu, selim bir kalp ile okumuşlar, üzerinde derin derin düşünmüş, tefekkür, tezekkür ve tedebbür etmişlerdir. Bu derin tefekkür ve tezekkürler sonucu, ayetlerden kalplerine yeni manalar, yorumlar yansımış, bir çok sırlar açılmıştır. Onlar bu manalar ve yorumlar ile, manevi hayatlarını geliştirmiş, zenginleştirmişlerdir. Mutasavvıfların gönül dünyalarının genişliği ve yepyeni, orijinal fikirlerin sahipleri olmalarının altında yatan, belki de Kur’anla olan bu sıkı ve ciddi irtibatlarıdır.
Sufilerin ileri gelenlerinden Hace Muhammed Parsa bu konuda şöyle der: “Hitab-ı ilahiye muhatap bulunan kimsenin haline, sülukundaki mertebesine ve derecesine göre ayetlerin tevili değişir. Hakikat yolunun saliki ve marifet talibi, her bir mertebeden terakki ettikçe ona yeni bir kapı açılır. Artık o kimse, daha latif bir mana şemasının sonsuzluğuna yükselir. Cenab-ı Hakk’ın her kelimesi için, denizler mürekkep olsa tükenir, onun manası tükenmez. Bu sonsuzları bir kalıba sokmak, bir şeye bağlamak ve sayılarla sınırlamak nasıl mümkün olur, cevap ver.”
Onlar, Kur’an tefekkürleri sonucu kalplerine keşf olan yeni tefsir ve tevillerin bir kısmını ızhar etmiş, söylemiş ve yazmışlardır. Ama, çoğunu da içlerinde gizlemiş, okyanuslar gibi genişlemiş olan sadırlarında saklamışlardır.
Neden saklamışlar? Belki ucubdan, benlikten, kibirden, gururdan kaçmış, belki sır diyerek emanet kabul etmiş, belki de “insanlara aklının miktarınca konuşunuz “ emrine imtisalen, bir çok hakikatin anlaşılmayıp inkarından korkmuş, hem kendilerinin, hem de bu taifenin yersiz itham ve eziyetlerde kalmalarını istememişlerdir.
Bu taifeden birisine bunu sormuştum, “izin yok” dediler.
“Kur’an’ın bir zahiri, bir de batını vardır.” Hadisini belki de en iyi değerlendiren sufiler, bazen bir ayet üzerinde aylarca, hatta yıllarca tefekkür etmişler, kendilerine açılan manaları okyanuslara benzetmişler. Bazen de bu tefekkür, tezekkür ve murakabeler sonucu, bir ayetin ışığında arşı ferşi gezmiş, alemleri seyran etmişlerdir.
Hucvuri anlatıyor: “Bir gün şeyh Ebu Abbas Şekkanî’nin (r.a) yanına gitmiştim. “Allah, hiçbir şeye gücü etmeyen köle bir kulu mesel getirdi.” Mealindeki ayeti okuyor, ağlıyor ve nara atıyordu. O kadar ki, dünyadan ayrıldığını zannettim.
-Ey şeyh bu ne haldir? Dedim.
Şöyle dedi:
-Virdim on bir yıldır ancak buraya kadar gelmiştir. Buradan geçmeye ve ayrılmaya gücüm yetmiyor.
Ebu Abbas Bin Ata’ya:
-Günde ne kadar Kur’an okuyorsunuz? Diye sorunca,
-Önceleri yirmi dört saatte iki defa hatmediyordum. Şimdi de dört yıldan beri ancak Enfal suresine kadar gelebildim. Demiştir.
Sufi’nin birine:
-Burada ünsiyet ve dostluk kurabileceğim biri var mıdır? Diye soruldu. Sufi:
-Evet, dedi ve elini mushafına uzattı. Mushafı göğsüne koyduktan sonra:
-İşte bununla ünsiyet ediyorum, dedi.