Osmanlı’dan Frankfurt Kitap Fuarı’na
“Özgürlük” ve “tenkit hakkı” sağlam zeminde yürüyen devletlerin sigortasıdır...
Bir devletin gücünü anlamak isteyen, halkına verdiği hak ve hürriyetlere bakmalı: Bunlar ne kadar genişse devlet o kadar güçlü, kendinden o kadar emindir.
Dünya bunu anlamak için büyük bedeller ödedi. En baskıcısından en yumuşağına kadar pek-çok rejim kurdu, denedi, birikim kazandı...
Sonuçta insan hak ve özgürlüklerini eksen alan bir rejimde karar kıldı: Buna da “demokrasi” adını verdi. Siz başka bir isim verebilirsiniz... Burada önemli olan isim değil, halkın “huzur hakkı” ile özgürlüğüdür. Bunun hangi isim altında sağlandığı çok da önemli değil.
Bu sebeple “demokrasi gâvur icadıdır” anlamına gelen ve benim demokratik taleplerimi böyle bir anlayış içinde reddedenlere kendi tarihlerini örnek göstermek isterim.
Osmanlı’da, kim olursa olsun, neye inanırsa inansın, nasıl giyinirse giyinsin insanlar hürdür... (Bediüzzaman, “İnsan hürdür, ama kuldur” diyor). Osmanlı’da “hak kuvvette” (günümüzün kuvvetliysen haklısın anlayışı) değil, “kuvvet hakta”dır. (Haklıysan kuvvetlisin)...
Osmanlı’da padişahlar bile adliyeye karışamaz, gerektiğinde padişahlar yargılanır ve mahkûm olur. (Fatih Sultan Mehmed’le Mimar İpsilantı Efendi Davası gibi). Bu da “Hukukun üstünlüğü” ilkesine Osmanlı Devleti’nin bağlılığını ve bu ilkeyi hayata geçirmekteki ısrarını gösterir.
Osmanlı’da devlet Başkanları (Padişahlar) hükümete sadece tavsiyelerde bulunabilir, talimat veremezler... [Koçi Bey şöyle der: “Vezir-i âzam (Yürütmenin başı=Başbakan) müstakil olup umûr-u saltanata (devleti yönetme biçimine) kimse müdahale etmezdi.”]
Buna bugün “Kuvvetler ayrılığı prensibi” diyorlar ve demokrasinin vazgeçilmezi sayıyorlar. Bu bağlamda Batı demokrasisi, Selçuklu’dan ve Osmanlı’dan çok şey öğrenmiştir. Yani Batı demokrasisinin bugünkü hale gelmesinde katkımız ve emeğimiz vardır: Bu gerçeği yurtdışına her çıkışımda daha derinden hissediyorum.
Bu kez Kültür Bakanlığımızın davetlisi olarak Frankfurt Uluslararası Kitap Fuarı kapsamında Almanya’ya gittim. Türkiye bu seneki fuarın “onur konuğu” idi… Bu münasebetle fuarın organize edildiği devasa mekân âdeta Türkuaza boyanmıştı. Frankfurt Pazar akşamına kadar Türkiye koktu.
Ayrıca paneller, açık oturumlar, okumalar da harikaydı. Alman dinleyicilerin yoğun olduğu kalabalıklara hitap etme fırsatımız oldu.
Ama aksayan yönler de vardı. İtiraf edeyim ki Alman polisiyle karşı karşıya geçmemek için beş yıldır Almanya’ya adım atmadım. Bu kez zorunluydum. Fakat tahminlerimin aksine, hiçbir problemle karşılaşmadım. Ne var ki benden sonrakiler aynı kolaylıkta Almanya’ya giriş yapamadılar. Türkiye’nin en etkili, en kalburüstü yazarları, Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı’nın davetlisi olmalarına rağmen Alman polisinin ukalâ suallerine muhatap edildiler. Bir buçuk saat bekletildiler. Halbuki konsolosluk bunun tedbirini önceden alabilir, Alman yöneticilerle işbirliği yaparak, dâvetli yazarların isim listesini polise verebilir, zorluk çıkarılmamasını sağlayabilirdi.
Fuardaki stantlarımızın görünümü de maalesef perişandı. Herkes “Küçük olsun benim olsun” anlayışıyla hareket ettiği için, yayınevleri tek tek fuara katıldılar. Bu da fuarın Türk bölümüne, fuarın yıldızı olması gerekirken, daha ziyade bir panayır görüntüsü verdi.
Ortam şık değildi. Hele Avrupa, Amerika, Kanada, İtalya, hatta Çin ile karşılaştırıldığında ürkütücü bir yalnızlık gibi ve stantlar çok pahalı olduğu için iki kişinin zor sığıştığı küçük labirentler kiralamak zorunda kaldılar.
Fakat oturumlar, konferanslar güzeldi. Konusuna hakim yazarlarımızın değerlendirmeleri ekseriyeti Alman olan dinleyicilerden tam not aldı. Pazar gününe kadar okura açık olmadığı için Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızla nadiren yüz yüze gelebildik. Bazı çocuklarımızın Alman dili branşında “öğretim üyesi” payesine yükselmiş olduğunu görmek mutluluk vericiydi. Düşünün ki, 80’li yıllarda değil öğretim üyesi Türk’e, lise öğrencisine bile rastlamak neredeyse imkânsızdı.
Ayrıca bazı vatandaşlarımızın işçilikten “işveren”liğe yükselmesi ve eğitimli Almanları işyerinde istihdam etmesi de gözlenmeye değerdi. Şehir Kütüphanesi’ndeki okuma programında, Kültür Bakanlığı’nın “Uzaklar Yakındır” adıyla yayınladığı “Merhaba Söğüt” isimli kitabımın ilk birkaç sayfasını okudum. Kitap Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı Aşireti’nin göç serüvenini anlatıyor. Bilerek seçmiştim, çünkü o bölümde Osmanlı insanının yürek boyutu, ya da devletin manevi dinamikleri irdeleniyor. Bir Alman nasıl bu kadar ayrıntı verebildiğimi merak etti. Diğeri sufist yaklaşımdan etkilendiğini söyleyerek kitabın Almanca tercümesi olup olmadığını sordu.
Edebi açıdan gelen sualleri cevaplandırdıktan sonra, siyasi sorulara muhatap oldum. Orta yaşlı bir Alman, Türkiye’deki “iç savaş”tan söz edince, “Aynı şey sizde olsa terörizm olarak tanımlanıyor, bizde olunca neden iç savaş diyorsunuz?..” dedim ve Güneydoğu halkının yüzde yetmişbeşinden fazlasının kendilerini “Kürt halkının temsilcisi” sayan partinin dışındaki partilere oy verdiklerini söyledim. Adamın ezberi bozuldu. Dışarı kaçtı.
Bu kez de başka biri, “Anadolu’da kimin devletini yıkıp devlet kurdunuz” diye sormaz mı?
Dedim ki, “Bin yıllık oluşların hesabına oturacaksak Almanya’dan başlamalıyız. Peki siz kimin kemiklerinin üzerinde oturuyorsunuz?”
Edebi bir oturumun siyasallaşmasını istemezdim. Ama mecbur kaldım. Burada devletimin bazı politikalarına itiraz ederim, ama dışarıda toz kondurmam. Gördüm ki, bazı Almanlar PKK propagandasının etkisi altında. Yine de belgeleriyle doğruları anlatmaktan vazgeçmemeliyiz.
Bu konuda siyasetçilerden çok edebiyatçılarla sanatçıların etkili olabileceğini, 2009 yılı kitap fuarına kadar olan zamanın bu açıdan da çok iyi değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.