“City”ye karşı Osmanlı Mahallesi
Küçük şehirlerde, kasaba ve köylerde “mahalle” kavramı az çok yaşıyor, ama büyük şehirlerimiz bu kavramı tümüyle yuttu. “Bizim mahalle” kavramı da çoktan unutuldu. Gençlerimiz uzun zamandan beri “site” diyor, “banliyö” diyor, “varoş” diyor, “uydu kent” diyor, tümüyle “bizden” kavramlara alabildiğine “yabancı” duruyor.
Hâlbuki “daha dün” diyebileceğimiz yakın bir geçmişe kadar hem “mahalle”, hem de “mahalle kültürü” yaşıyordu. Bu kavramlar yaşadığı için de “komşuluk” ilişkisi sağlam yürüyordu. Komşuluk, toplumsal oluşumun balansını teşkil ediyordu.
Maalesef “Yanlış Batılılaşma” bütün bunları öğüttü. Mahalleyi yitirdik. Mahalle ile birlikte “Mahalle ahlâkı”, “Mahalle bakkalı”, “Mahalle imamı”, “Mahalle bekçisi”, “Mahalle arkadaşı”, “Mahalle mektebi”, “Mahallenin namusu” ve “komşuluk” gibi vazgeçilmezlerimizi de kaybettik.
Oysa Osmanlı’yı zirveye taşıyan insan modeli Osmanlı mahallesinde yetişirdi. Osmanlı mahallesinde birbirini tanıyan, birbirini seven, birbirlerinin yaşayışından, davranışından sorumlu olduklarına inanan ve dayanışma ruhunu mahalleye hâkim kılan insanlar yaşardı.
Her mahallenin ortasında bir “Mahalle Mescidi”, mahallelerin merkezinde ise bir “Merkez Camii” olurdu. Evler camileri sevgi kuşağı gibi sarar, böylece cami, yani “Allah’ın evi” hayatın merkezine dönüşürdü.
Mahalleli vakit namazlarını mahalle mescidinde, cuma namazlarını ise merkez camiinde kılmaya özen gösterirdi. Bu yolla mahalle içi dostlukları mahalleler arası dostluğa dönüştürme fırsatı doğardı. Bu yüzden Osmanlı insanı, çağın insanına musallat olan depresyon ve panik atak gibi ruh hastalıklarından habersizdi. Kadın ve erkek sohbet eşliğinde yüreklerini boşaltır, aynı metotla kendilerini ifade imkânı bulurlardı.
Camilerin etrafında okullar, hamamlar, imaretler (fakirlere yiyecek-giyecek dağıtılan, yolculara konaklama imkânı veren yerler), hastaneler ve dükkânlar yer alırdı. Genel olarak pazarlar da aynı çevrede kurulurdu. Halk her ihtiyacını cami merkezli bir dünyadan karşılardı.
Ayrıca bu çevredeki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı gibi küçük esnafa ait dükkânlar da birer “sohbet merkezi” işlevi görürdü.
Sultan II. Mahmut dönemine kadar her mahallenin başında bir “imam” bulunurdu. (Muhtarlık sistemini Sultan II. Mahmut getirdi). İmamlar devlete karşı mahalle halkını, mahalle halkına karşı da devleti temsil ederlerdi.
İmamlık o kadar önemliydi ki, şehrin idarecileri olan kadılar, bağlı bulundukları kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imamlar bizzat padişah tarafından atanırdı. Bu da imamların devlet nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterirdi.
Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi. Mahallede meydana gelen vukuatların failleri bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli bundan sorumlu tutulurdu. Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan bir kanunnameye göre, mahallede meydana gelen her türlü yasadışı olaydan mahalle halkı sorumluydu...
Bu her mahalle sakinini aşırı bir dikkat ve gayrete sevk eder, mahallede tam anlamıyla bir oto-kontrol sağlardı. Böylece Osmanlı mahallelerinde soygun, cinayet, hırsızlık, yaralama, gasp, kavga gibi olaylar pek yaşanmazdı.
Mahalle sakinleri, hayırlı işlerde de kolektif bir bilinçle hareket ederlerdi. Hayır işleri için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştu. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakfın gelir kaynağını, yine mahallelinin yaptığı bağışlar teşkil ederdi.
Avarız vakfının gelirleri, mahalledeki hastalara, fakirlere ve ekonomik durumu müsait olmadığı için evlenemeyenlere yardımda kullanılırdı. Fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, yeni suyolları açılması, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı için de bu vakıftan yararlanılırdı.
İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları da bu vakıftan karşılanırdı. Mahalleye yeni taşınanlara yahut mahalleden taşınacaklara yine bu vakıf vasıtasıyla yardımcı olunurdu. Mahallede ihtiyacı olanlara borç verilir, şimdiki deyişle kredi açılırdı.
Mahalledeki bu resmi dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri gözetirlerdi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlarla onları kalkındırmaya çalışırlardı. Bu yüzden de Osmanlı ekonomisinde kriz olmazdı. Bu yardımlaşma ahlâkının temelinde, pek tabii olarak, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışı yatardı.
Kısacası “mahalle” denilen küçük hayat alanları, Osmanlı asırlarında “cevher insan”, ya da “yürek adam” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes bir birini yakından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece zayıftı. Ufak tefek kusurlar genelde nazar-ı müsamaha ile karşılanırdı, ancak büyücek hataların bir bedeli vardı: Hiçbir çocuk (ya da genç) böyle bir bedel ödeyip mahalleye “rezil” olmayı göze alamazdı. Bu yüzden adımlar dikkatle atılır, “mahallenin namusu”na toz kondurulmaz, herkes kendi alanı içinde mutlu olmaya çalışırdı. Bu da zaman içinde karaktere dönüşür ve toplum “cevher insan”larla beslenirdi.
Yaşama alanının insan karakteri üzerindeki etkileri inkâr edilemez. Eski mahalle hayatının yanı sıra, evlerin yüksek tavanlı, bahçeli ve manzaralı oluşunun, Osmanlı insanının ruhu ve fiziği üzerindeki olumlu etkilerini, tüm tarihimizdeki iftihar vesikalarında görebiliyoruz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.